“Kendinle baş başa kalamıyorsan, kalabalığın arasında kaybolmayı seçmişsindir.”
— Ben, kendi defterime not almışım bir gece. Tarih yok, ama sessizlik var.
Gürültünün İçinde Sessizliği Seçmek
Bugünün dünyasında sessizlik bir eksiklik gibi algılanıyor. Telefonun çalmıyorsa, bildirim gelmiyorsa, birileri seni sormuyorsa… “yoksun” sanılıyor. Oysa ben, tam aksine, sessiz kaldıkça daha çok var olduğumu fark ettim. İçsel disiplinin gerçek anlamını da o sessizlik anlarında keşfettim.
Bir dönem —ki her şeyin üst üste geldiği, hem zihinsel hem fiziksel olarak yoğun olduğum bir zaman dilimiydi— sosyal çevremin, iş hayatımın, hatta ailemin beklentilerinden uzaklaşıp içsel bir inzivaya çekilmek zorunda kaldım. Bu bir lüks değil, bir zorunluluktu. Ve bu dönüşüm sürecine ben kendi içimde “sessizlik devrimi” adını verdim.
Sessizlik Bir Kaçış Değil, Bir Yöntemdir
Sessizlik, çoğu zaman yanlış anlaşılır. Toplumumuzda özellikle erkek bireylerin “içine kapanması” çoğu zaman “sorun” olarak görülür. Oysa ben, Platon’un “düşünmeyen yaşam, yaşanmaya değmez” sözüne sadık kalarak, sessizliğe sığındım. Gürültüyle beslenen dış dünyadan uzaklaştıkça, içerideki dünyamın sesini daha net duymaya başladım.
Bu süreçte okuduğum bir kitap bana mihenk taşı oldu: Ryan Holiday - “Stillness is the Key” (Sükûnet Anahtardır). Kitapta Holiday, modern insanın dikkatinin nasıl dağıldığını ve içsel sessizlikle nasıl gerçek performansa ulaşabileceğini anlatıyor. “Hareketin içinde sabit kalmak” fikri, beni derinden etkiledi. Zira Türkiye gibi sürekli değişim ve çalkantılarla yoğrulan bir coğrafyada, bu sabitlik ancak içsel disiplinle mümkün olabiliyor.
İçsel Disiplin: Sessizliğin Kardeşi
İçsel disiplin benim için erken kalkmak, çok çalışmak, her detayı kontrol etmek anlamına gelmiyor. Daha çok karar verirken kendimi dinlemek, gündelik hayatın yükünden sıyrılmak için bilinçli olarak yavaşlamak demek.
Bir dönem, sabahları kahvemi alıp, telefonumu tamamen kapatarak, sadece bir defter ve kalemle gözümün önünden geçen düşünceleri yazmak gibi bir alışkanlık edindim. Bu ritüel, zamanla düşüncelerimin daha berrak, kararlarımın daha sağlam hale gelmesini sağladı.
Bu bana, Marcus Aurelius’un “Kendine Zaman Ayır” çağrısını hatırlatıyor. Stoacı düşüncenin bu yönü Türkiye’de ne yazık ki hâlâ yeterince anlaşılmış değil. Oysa biz de Anadolu bilgesinden bu fikrin izlerini görebiliriz. Mesela Yunus Emre’nin şu dizeleri sessizliğin gücünü çok sade ama vurucu bir şekilde özetliyor:
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı,
Bal ile yağ ede bir söz.”
Fakat bazen o sözü bile yutmaktır maharet. Sessiz kalmak, sabretmek, izlemek ve zamanı geldiğinde doğru noktaya temas etmek… İşte o noktada sessizlik devrim olur.
Türkiye’de Sessizlik Lüks mü?
Bu coğrafyada ne yazık ki sessizlik, çoğu zaman yalnızlıkla, güçsüzlükle ya da dışlanmayla karıştırılır. Oysa içsel disipline sahip olmak demek, yalnız kalmaktan korkmamak demek. Kendini tanımadan, kendini yönetmeden, hiçbir şeyi dönüştüremezsin. Ne bir toplumu, ne bir şirketi, ne de bir aileyi.
Ben bu topraklarda doğdum, büyüdüm, mücadele ettim. Sessizlik, bana hiçbir zaman kendiliğinden sunulmadı. Ama onu inşa ettim. Ve bugün, dış dünyanın karmaşasına rağmen iç dünyamda düzeni sağlamak için her gün yeniden bu devrimi yapıyorum.
Sonuç: Sessizliği Seçmek Cesaret İster
Bu yazının sonunda şunu söyleyebilirim: Sessizlik zayıflık değil, özgüvenin sesidir. İçsel disiplin ise o sessizliğe anlam katan pratiklerin bütünüdür. Türkiye’de yaşarken bu yolu seçmek belki kolay değil ama kesinlikle değerlidir.
Eğer bir gün her şey çok fazlaysa, her şey üzerinize geliyorsa… bir an durun. Sessizliği seçin. Sadece 15 dakika bile yeterli olabilir. O anda, devrim başlamış olur.
“Gürültü kalabalığın zaferidir. Sessizlik ise yalnızların direnişi.”