Bloguma hoş geldiniz. Her hafta, düşüncelerimi kelimelere döktüğüm yeni bir yazıyla buradayım.
Powered By Blogger

Öne Çıkan Yayın

📌 Fikirlerimin İzinde: Kendi Yolumda, Kendi Sesimle

 Ben bu blogu, her iki durumda da susmamayı, iç sesimi bastırmamayı seçtiğim gün açtım. "Hayat bazen sana durman gereken yeri söyler, b...

Perşembe, Eylül 25

Ahlâkın Pazara Çıkarıldığı Çağ: Yeni Neslin Değer Krizi

Bugün artık hepimizin fark ettiği bir gerçek var: Değerler, ahlâk, vicdan ve insani ilkeler; raflara dizilmiş ürünler gibi pazarda satılır hâle geldi. Paranın, çıkarın ve statünün belirleyici olduğu bu çağda ahlâk, ya bir “araç” ya da “etiket” işlevi görüyor. Oysa değerler, toplumların taşıyıcı kolonlarıdır. Kolon çökerse bina da çöker. Toplumlar da böyledir.

Sosyolog Zygmunt Bauman’ın “Modernlik ve Holocaust” kitabında ifade ettiği gibi, “ahlâk sadece bireylerin özel hayatında değil, toplumsal kurumlarda da yaşatılmalıdır.” Çünkü bireysel yozlaşma tek başına bir kriz yaratmaz; toplumsal kurumların değerlerden kopması, çürümenin sistematikleşmesine yol açar.

Yeni Nesilde Değer Krizi

Bugünün gençliği çoğu zaman “değersiz” bir gençlik olarak tanımlanıyor. Oysa sorun gençlerde değil, onların yetiştiği ekosistemde. Eğitim sisteminden medya diline, siyaset dilinden sosyal medyanın algoritmalarına kadar her alan, ahlâkın tüketilmesine hizmet ediyor.

  • Aile yapısı zayıflıyor, fedakârlık yerine bireysel konfor öne çıkıyor.

  • Eğitim sistemi karakter değil, sınav kazandırmayı hedefliyor.

  • Medya ahlâkı değil, reytingi öncelediği için yozlaşmayı meşrulaştırıyor.

  • Sosyal medya görünürlük uğruna yalancı bir kimlik inşa etmeyi normalleştiriyor.

Bugün 18-25 yaş arası gençler arasında yapılan TÜİK ve KONDA araştırmaları gösteriyor ki, en çok şikâyet edilen üç şey: güven eksikliği, adaletsizlik ve liyakatsizlik. Yani kriz, doğrudan ahlâki zeminle ilgili.

Pazarın Mantığıyla Ahlâkın Çatışması

Kapitalist düzen her şeyi bir metaya dönüştürdü. Dostluk bile “network”, evlilik bile “yatırım”, çocuk sahibi olmak bile “gelecek planı” olarak pazarlanıyor. Ahlâk da bu pazarın rafına kondu. “Ahlâklı olmak” bir imaj, bir reklam unsuru hâline geldi.

Nietzsche, “Putların Alacakaranlığı” eserinde, “ahlâk bize ait değil, bize dayatılan bir otoritedir” der. Bizim çağımızda ise otorite yerini pazara bıraktı. Dayatılan şey artık değerler değil, değerlerin ticari versiyonları.

Çözümler: Ahlâkı Yeniden Kurmak

Sorunun tespiti kadar çözüm önerileri de önemli. İşte benim bu konuda altını çizdiğim başlıca öneriler:

1. Eğitim Reformu: Karakter Eğitimi

Okullar sadece bilgi aktarmamalı; aynı zamanda ahlâk, değerler, vicdan ve sorumluluk temelli bir müfredat inşa etmeli. Finlandiya ve Japonya örneklerinde gördüğümüz gibi, değerler eğitimi bir ders değil, tüm eğitim sürecine yayılan bir kültür olmalı.

2. Medya ve Sosyal Medya Düzenlemesi

Toplumu zehirleyen içerikler kontrol altına alınmalı. Sansürden söz etmiyorum; değerleri yok eden, tüketen ve yozlaştıran yayıncılık anlayışına karşı teşvik mekanizmaları geliştirilmeli. Reyting uğruna toplumun kültürel erozyonuna göz yummamalıyız.

3. Anayasal Güvence: Ahlâki İlkeler

Anayasa sadece hak ve özgürlükleri değil, aynı zamanda toplumun temel değerlerini de korumalıdır.
Örneğin, yeni bir anayasa tartışmasında şu maddeler yer alabilir:

  • “Devlet, toplumun ahlâki değerlerini korumak ve güçlendirmek için eğitim, kültür ve medya politikaları geliştirir.”

  • “Kamu kurumlarında liyakat ve etik değerler, kanunla güvence altına alınır.”

  • “Toplumsal ahlâkın çökmesine yol açacak yayın ve faaliyetler, ifade özgürlüğü kisvesi altında meşrulaştırılamaz.”

Bunlar, özgürlükleri kısıtlamadan ama toplumun temel ahlâki bağlarını koruyacak ilkeler olabilir.

4. Toplumsal Sorumluluk ve Yerel İnisiyatifler

Mahalle, okul, işyeri gibi küçük topluluklarda ahlâki dayanışma grupları oluşturulmalı. Bu gruplar hem toplumsal farkındalık yaratır hem de genç neslin “ahlâkı yaşayan modeller” görmesine fırsat sunar.

Güncel Saha Verileri ile “Değer Krizi”ne Kanıtlar

NEET Oranı / Gençlerin Eğitim + İş Hayatı Dışında Kalması

  • Türkiye, OECD ülkeleri arasında 2023 yılı itibarıyla 18–24 yaş gençlerde NEET (eğitimde olmayan, istihdamda olmayan) oranında %31,1 ile zirve durumda. Bu oran OECD ortalamasının çok üzerindedir. P.A. Turkey

  • Yani üç gençten biri ya işte değildir, ya eğitime dahil değildir. Bu durum, hem umut erozyonuna hem de toplumsal değersizlik algısına işaret eder.

  • Ayrıca “Youth Unemployment and Youth Needs in Turkey” raporu, üniversite mezunları arasında işsizliğin dikkat çekici olduğunu belirtir — eğitimli olmak artık garanti istihdam sağlamıyor. ilkfirsat.org

Bu veriler, ahlâk algısının zayıflamasına şunu gösteriyor: değer üretmek ya da topluma katkı sunmak, bireylerin yaşamına girmiyor; çoğu genç sistemin kenarına itilmiş hissediyor.


 Gençlerin Göç Eğilimi ve Demokrasi Algısı

  • Youth Study Türkiye 2024 raporuna göre, Türk gençlerinin yaklaşık %42’si yurtdışına gitmeyi düşünmeye mecbur hissediyor — bu, bir “çıkış stratejisi” olarak değersizlik algısını gösteriyor. library.fes.de

  • Aynı araştırmada gençler, demokratik haklara değer verdiklerini söylüyor; ancak farklı etnik, cinsel kimlik gruplarına karşı hoşgörü düzeyleri zayıf çıkıyor. Yani “demokrasi” sözcüğü anlamını kaybetmeden kullanılmaya çalışılıyor, fakat değerler pratikte sorgulanıyor. library.fes.de

Bu da şöyle bir tabloyu gösteriyor: Gençler, ideallerden kopma korkusuyla yeniden “değer ticareti” yapma eğilimi içindeler.


Gelir Eşitsizliği ve Sosyoekonomik Adaletsizlik

  • Inequality in Turkey: Looking Beyond Growth çalışması, Türkiye’de ekonomik büyümenin eşitsizlik üzerinde sınırlı etkisi olduğunu, eğitim ve sağlık harcamalarının bu eşitsizliği gidermede kritik olduğunu söyler. arXiv

  • Gelir uçurumu büyürken, “adil süreç” algısı zayıflıyor. İnsanlar “birilerinin aldığı, benim alamadığım” adaletsizlik hissiyle karşılaşıyor. Bu, değerlerin pazarlanmasına meşruiyet kazandırıyor: “Ben de kendimi korurum, değer falan demem.”


Eğitim Sisteminin Değer Aktarımı Zayıflığı

  • OECD’nin Türkiye eğitim profili verilerine göre, öğrenciler için ayrılan kaynaklar azalıyor; eğitime ayrılan bütçenin kamu payı düşüyor. OECD Eğitim GPS

  • Ayrıca gençler arasında “sosyal eğitim” (karakter, empati, etik dersleri) eksikliği hissediliyor — öğrenciler yoğun sınav yükü, teknik bilgi odaklı müfredatla ahlâki sorularla yüzleşmeden yetişiyor.


Bu Veriler Yazına Nasıl Entegre Edilir?

Yukarıdaki verileri, yazıya şöyle yaraştırabilirsin:

  • Girişte: “Bugün üç gençten biri, ne işte ne eğitimde. Bu rakam, ahlâkın nasıl sistematik olarak dışlandığını gösteriyor.” gibi vurucu bir cümleyle girmelisin.

  • Orta kısımda: Üniversite mezunlarının işsizliği, gençlerin göç eğilimi ve gelir eşitsizliği gibi maddeleri “ahlâkın pazara çıkarılması” analizine bağla. Örneğin: “Bir değer haline gelmiş ‘başarı’ bile artık diploma + iş garantisi ile değil, ‘en iyi pazarı kapma’ ile eş değer konumda.”

  • Çözüm kısmında: Bu tür göstergelere müdahale edecek somut mekanizmalar öner. Örneğin, NEET oranını düşürecek gençlik politikaları, yerel kalkınma projeleri, adil vergi ve sosyal adalet düzenlemeleri.


Geliştirilmiş Yazı Taslağı: Özet Versiyon

Aşağıda, verilerle zenginleştirilmiş bir yazı taslağı öne çıkarıyorum:


Ahlâkın Pazara Çıkarıldığı Çağ: Yeni Neslin Değer Krizi

Yeni Nesilde Değer Krizi
2023 verilerine göre Türkiye’de 18–24 yaş grubunda %31,1 oranındaki genç NEET durumunda; bu, OECD ortalamasının çok üzerinde. P.A. Turkey Eğitimli gençler bile iş bulamıyor — mezunların dörtte biri işsiz. ilkfirsat.org Gençler arasında “gitme arzusu” yaygın; %42 oranıyla yurtdışı düşüncesi baskın çıkıyor. library.fes.de

Pazarın Mantığı ve Değerler
Kapitalist üretim artık sadece mal üretmiyor, değer bile üretiyor. “İyi insan” olmak reklama, içerik pazarlamaya dönüşüyor. Nietzsche’nin “ahlâk bize dayatılandır” savı, bugün “ahlâk bize pazarlanandır” boyutuna evrilmiş durumda.

Çözüm Önerileri

  • Eğitimde karakter odaklı reform (NEET’le mücadele, sosyal eğitimler)

  • Anayasal ilke değişikliği: “Toplumsal değer koruması” gibi maddeler

  • Gençlik istihdam politikaları, girişim destekleri, bölge kalkınması programları

  • Sivil toplum projeleriyle değer laboratuvarları üretmek

Değer krizine karşı duracak tek şey, bireysel vicdan değildir; kolektif bir dirençtir. Bu veriler bize açıkça söylüyor: Ahlâkın pazara çıkışı, gençliği ürkütüyor; onu yeniden insana taşımada yaşamsal sorumluluğumuz var.

Sonuç: Vicdanı Hatırlamak

Ahlâkın pazara çıkarıldığı bir çağda, aslında kaybettiğimiz şey insanın insana güvenidir. Toplum, güven olmadan yaşayamaz. Bize düşen görev, hem bireysel hem kurumsal olarak vicdanı ve ahlâkı yeniden hatırlamak.

Albert Camus’nün *“Sisifos Söyleni”*nde dediği gibi: “İnsan, ne kadar saçma bir dünyada yaşarsa yaşasın, ahlâkı seçtiğinde anlam kazanır.”

Biz de anlamı yeniden bulmak zorundayız. Çünkü bu çağın asıl krizi, ekonomik ya da siyasi değil; ahlâk krizidir. Ve bu kriz çözülmezse, gelecek nesiller sadece değerlerini değil, insanlıklarını da yitirecekler. 

Cuma, Ağustos 29

Sessiz Çöküş: Günlük Hayatta Toplumsal Değerlerin Erozyonu

Türkiye’de değer erozyonu, sıradanlaşmış televizyon programlarından bile okunabilir. 

Esra Erol’da gibi “gerçek hayat temsilleri” üzerinden yapılan bir çalışma, aile birliğine verilen önemin azaldığını, insanî değerlerin yerini dram ve spektakül alımının yükseldiğini gösteriyor. 

İçerikler; ahlâki — >dinsel, insani ve sosyal — >değerlerin erozyona uğradığını, sosyal medya kullanımı, aile bağlarının zayıflaması, güvensizlik ve ekonomik şartların bu erozyonun temel nedenleri olduğunu ortaya koymuş.

Dahası, Dünya Değerler Araştırması (World Values Survey) verilerine göre, Türkiye toplumu giderek daha maddiyatçı bir eğilim sergiliyor; post-materyalist (değerler yerine anlam arayan) bireylerin oranı azalıyor, maddi yaşam öncelikleri artıyor

Günde Bir Parça Erozyon – Gözlemlerle Ailemizdeki Sessiz Zayıflama

  • Mahalle sohbeti: Eskiden kapı komşusu sohbeti sıradandı. Şimdi “senin işlerin nasıl?” sorusuna “iyiyim” cevabı yetiyor; daha derin bir meraka gerek duymadan kapılar kapanıyor.

  • Toplu taşıma: Yüzler maskeyle kapatılmış. Gözlerde tanışma yok; yer vermek, bir selam göndermek bile artık adeta bir ritüel.

  • İş yerlerinde: Teşekkür değil, not yazısı; “iyi iş çıkardın” yerine “performans kriterine uygun”. Dostluk yerini işleve bırakıyor.

  • Ekranlarımız: Haber akışları kazanıyor, dram dorukta; duygunun yerine tepki, düşüncenin yerine his öne geçiyor.

Bu kopuşlar, bireysel değil; kolektif bir çürümeye işaret ediyor. Günlük hayatın röntgeni gibi.

Küresel Gölgeler

Bazı düşünürler, modernlikten dert yanmışlardır. Kitapta Civilized to Death (Reddit üzerinden erişilen alıntılara göre) diyor ki:

“If it’s making us unhealthy, unhappy, overworked… what’s all this progress really worth?”Reddit 

Yani, modern ilerlemenin maliyeti; fiziksel hastalıklar, ruhsal tatminsizlik, yalnızlık, yabancılaşma ve güvensizlik oluyor.

William Blake da “London” şiirinde endüstrileşen şehirdeki ahlaksal yozlaşmayı şöyle tarif eder:

“They abandon their old… foster lies... Each small darkness breeds another.”Vikipedi

Günümüze taşırsak, her bahşedilmemiş selam, her göz kırpamayan bakış bir karanlığın tohumudur.


Sessiz Çöküşü Durdurmanın Yolu

Peki ya durdurulabilir mi bu çürüme? Evet. İki anahtar var:

  1. Farkındalık: Masaların, ekranların, otomasyonun ötesinde insanî teması hatırlamak. Komşuna selam vermek, iş arkadaşına teşekkür etmek, dinlemek.

  2. Yakınlık Ritüelleri: Ailede bir akşam tabağını paylaşmak, arkadaşla kısa görüşmelerde bile kalp atışını dinlemek.

Yani çözüm; yapay değil, insanî bağlarla başlıyor.


Son Söz ;  Küçük Işıklar, Büyük Direnç

Bu yazıda anlatılanlar, bir çöküş manifestosu değil. Bir hatırlatma, bir çağrı:
Toplumsal değerler sessizce düşerken biz fark ettiğimiz sürece, o çöküşü durdurabiliriz. Dostluğun, karşılıksız bir selamın, sıcak bir tebessümün gücü yetmez gibi görünse de yeter.

Camus demiş ya:

“Gerçek dost, hangi rolü üstlense ışığını kaybetmez.”
O ışığı, kendi hayatlarımızda yeniden yakmak elimizdedir.



Salı, Ağustos 26

Makamın Gölgesinde Dostluklar: Bizim Gerçeğimiz

İnsanın kaderi, çoğu zaman hem dostlukları hem de rollerle sınanır. Bugün yan yana kahve içtiğiniz iş arkadaşınız, yarın makam odasında karşınıza yönetici olarak çıktığında ilişkiler de değişir. İşte tam da bu noktada şunu sorarız: “Biz dost muyduk, yoksa şartların bize sunduğu yol arkadaşı mıydık?”

Makamın Ağırlığı

Bizim toplumda makam, sadece görev değil; aynı zamanda bir kimliktir. İnsan, unvanı sırtına giydiğinde çoğu zaman eski ilişkilerini de üzerinden çıkarır. Bu, bireysel tercihten çok toplumsal bir ezberdir. Çünkü bizde makam, otoriteyle eşit görülür ve otoriteye mesafe koymak âdeta kültürel bir refleks hâline gelmiştir.

Tarih Boyunca Dostlukların İmtihanı

Yakın geçmişimize dönelim:

  • 12 Eylül sonrası, dostlukların en büyük sınavını gördük. İnsanlar birbirini ihbar etti; makamın gölgesi dostlukların üzerine çöktü.

  • Depremler, tam tersine, insanları birbirine yaklaştırdı. Statüler bir kenara bırakıldı; çadırda, enkaz başında herkes eşitti.

  • Siyasî saflaşmalar, yıllarca yan yana yürüyen insanları ayrıştırdı. Bir koltuk uğruna yol arkadaşları gözden çıkarıldı.

Bu olaylar bize şunu hatırlatıyor: Kriz anlarında dostluk büyüyor, ama düzenli hayatın içinde makam çoğu kez dostluğu eritiyor.

Güvenin Çözülüşü

Toplumda giderek yerleşen algı şu: “Makam değişirse, dostluk da değişir.” Bu düşünce, kuşaklar boyu aktarıldı. Bugün bir gencin kulağına en baştan fısıldanıyor: “Dostuna güvenme, makamla değişir.” İşte bu yüzden güven kültürü zayıflıyor, ilişkiler hep temkinli kuruluyor.

Peki Çözüm?

Çözüm, makamı yok saymak değil; makamın insanî bağların önüne geçmesine izin vermemek. Gerçek liderlik, insanın dostluğunu kaybetmeden yöneticiliğini sürdürebilmesidir. Makam ile dostluk arasına görünmez duvarlar örmek yerine, her iki alanı birbirini destekleyecek şekilde inşa etmek gerekir.

Son Söz

Makam, dostlukları sınar ama dostluk, makamın üstündeyse ayakta kalır. Bugün yöneticimiz olan arkadaşımızın bize nasıl davrandığı, sadece ikili ilişkimizi değil, toplumsal güvenin de geleceğini şekillendirir.

Camus’nun dediği gibi:

“Gerçek dost, hangi rolü üstlenirse üstlensin ışığını kaybetmez.”

Bize düşen, o ışığı makamın gölgesinde korumaktır.


Pazar, Temmuz 20

20 Temmuz 1974: Bir Milletin Hafızasında Yer Eden Müdahale – Kıbrıs Barış Harekâtı

 "Bazen tarih susmaz, sadece hatırlanmayı bekler. 20 Temmuz 1974, yalnızca bir askeri harekâtın tarihi değil; bir milletin onurunu, garantörlük hakkını ve kardeşlik duygusunu savunmaya giriştiği kritik bir dönüm noktasıdır."

Kıbrıs Türkleri: Unutulmuş Bir Halk mıydı?

1960’lı yıllardan itibaren, Kıbrıs Türkleri sistematik bir şekilde hem siyasi hem de fiziki olarak yok edilmeye çalışıldı. Enosis sevdasıyla yanan Rum milliyetçiliği, adada iki halkın bir arada yaşamasını değil, sadece Yunanistan’a ilhakı hedefliyordu.

Ve bu uğurda;

  • Türk köyleri yakıldı,

  • Kadınlar tecavüze uğradı,

  • Yaşlılar kurşuna dizildi,

  • Çocuklar canlı canlı toprağa gömüldü...

Bu bir trajedi değil, soykırıma teşebbüstü.

Dünyanın görmezden geldiği bu sistematik şiddet, Türk toplumunun adada kelimenin tam anlamıyla hayatta kalma savaşı vermesine neden oldu.

 Uluslararası Sessizlik, Vicdani Çöküştür

O yıllarda Kıbrıs Türkleri, sadece Rum silahlı çeteleriyle değil, aynı zamanda dünyanın çifte standartlarıyla da mücadele ediyordu. İnsan hakları söylemini dillerinden düşürmeyen Batılı devletler, adada yaşanan sivil katliamları görmezden geldi.

Basın susturuldu.
Belgeler görmezden gelindi.
Türk halkının sesi, uluslararası diplomasi salonlarında yankı bulmadı.

Ve işte bu nedenle 20 Temmuz 1974 sadece bir askeri müdahale değil, aynı zamanda bir halkın varoluşuna atılmış can simidi oldu.

Uluslararası Hukukun Gölgesinde Adalet Arayışı

Kıbrıs Barış Harekâtı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin uluslararası garantörlük hakkına dayanarak başlattığı stratejik ve zorunlu bir müdahaledir. Türkiye, 1959-60 Zürih ve Londra Antlaşmaları çerçevesinde adanın toprak bütünlüğünü ve Türk toplumunun varlığını koruma görevini üstlenmişti. Ne var ki, 15 Temmuz 1974’te Yunan destekli faşist darbenin ardından Kıbrıs Cumhuriyeti fiilen yok edilmiş, Enosis hayalleri tekrar canlanmıştı.

Türkiye bu noktada sessiz kalamazdı. Bu bir savaş değil, insan hakları ihlallerine karşı bir barış operasyonuydu.

Barış Harekâtı: Kurtaran Bir Müdahale

Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak adaya çıkarma yaptığında aslında yaptığı şey; karanlıkta çığlık atan Türk halkının yardım çağrısına cevap vermekti.

O gün, sadece toprak kazanılmadı.
O gün, Türk kadını tekrar kendi kimliğiyle nefes aldı.
O gün, çocuklar bir daha mermi sesiyle değil, özgürce koşarak büyüme hakkı kazandı.

Kıbrıs Barış Harekâtı, tarihte “savaş açmadan barış getiren” nadir müdahalelerden biridir.

Bir Barışın Adı: "Ayşe Tatile Çıksın"

Kod adıyla hafızalara kazınan bu operasyon, tarihin ironisini içinde taşır. "Ayşe tatile çıksın" ifadesi, hem diplomatik kanalların başarısızlığını hem de Türkiye’nin nihayetinde kendi kaderini kendi çizdiğini ortaya koymuştur.

Ama asıl önemli olan şu sorudur: Bu müdahale, sadece toprak için miydi?

Kesinlikle hayır.

Bu harekât, yıllarca baskıya, asimilasyona ve katliamlara uğrayan Kıbrıs Türklerinin güvenliğini tesis etmek, onların siyasi varlığını korumak ve bölgesel barışı yeniden şekillendirmek için yapılmıştır. Bugün Kıbrıs Türk halkının kendi kimliğiyle var olabilmesi, 1974’te verilen bu direnişle mümkün hale gelmiştir.


Zihinsel ve Siyasal Travmalar

Ancak bu operasyonun ardından hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta bir dizi travma yaşandı. Türkiye ambargolarla karşı karşıya kaldı. Kıbrıs ise adeta “iki ayrı dünya”ya bölündü. O günden sonra ada, uluslararası politik bir satranç tahtasına dönüştü.


Ne yazık ki, hâlâ bu konuda dünyaya gerçekleri anlatamadık. Hâlâ Kıbrıs Türklerinin varlığı, uluslararası meşruiyet anlamında kabul görmekten uzak. Bu da bize şu dersi veriyor: Zafer sadece silahla değil, diplomasiyle, iletişimle ve stratejik anlatılarla da tamamlanmalıydı.


Geçmişle Hesaplaşmak, Geleceği İnşa Etmektir

20 Temmuz, bir övünç günü olduğu kadar bir öz eleştiri günüdür. Stratejik olarak doğru hamle yapılmış olsa da, sonrası için aynı derinlikte bir diplomatik yatırım yapılmamıştır. Bu durum, hâlâ çözülmemiş bir “Kıbrıs Sorunu”nu miras bırakmıştır.


Bizler, bu tarihten öğrenmeliyiz:

  • Müdahaleyi sadece askeri bir başarı olarak görmemeli,

  • Kıbrıs Türk halkının sosyoekonomik gelişimi için sürdürülebilir politikalar üretmeli,

  • Uluslararası camiada meşruiyet kazanacak yeni diplomatik açılımlar oluşturmalıyız.

Neden Hâlâ Sessizlik?

Bunca yıl geçti ama hâlâ Kıbrıs Türk halkı:

  • Spor turnuvalarına alınmıyor,

  • Uluslararası telefon kodu yok,

  • Ticari ambargolarla boğuşuyor,

  • “Yokmuş” gibi davranılıyor.

Bu halkın onurukültürükimliği yok sayılıyor.

Peki biz bu gerçeğin neresindeyiz?


Şimdi Ne Yapmalıyız?

Bugün, Kıbrıs Türk halkı hâlâ ambargolarla, uluslararası izolasyonla mücadele ediyor. Türkiye ise bu meseleye sadece "geçmişin zaferi" olarak değil, geleceğin yükümlülüğü olarak yaklaşmalıdır.

  • Kıbrıs davasını daha yaratıcı diplomatik kanallarla savunmalıyız.

  • KKTC’nin (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) görünürlüğünü artırmalıyız.

  • Adadaki Türk varlığını, yalnızca bir askeri güç olarak değil, kültürel ve ekonomik bir ekosistem olarak inşa etmeliyiz.

Bu yazıyı kaleme alırken, siyasi ya da tarihsel bir zafer anlatmıyorum. Ben burada, bir halkın unutulan dramına, bastırılmış sesine ve çarpıtılmış tarihine dair bir tanıklık sunuyorum.

Ve açıkça söylüyorum:

Kıbrıs Türk halkı yalnız değildir.
Türkiye sadece garantör değil, aynı zamanda bu halkın kader ortağıdır.
20 Temmuz, sadece geçmişin değil, geleceğin de teminatı olmalıdır.

 

Artık daha yüksek sesle şunları söyleme zamanı:

  • Kıbrıs Türkleri hak ettikleri itibarı görmelidir.

  • Uluslararası toplumun çifte standartlarına karşı daha etkili bir kamu diplomasisi yürütülmelidir.

  • Ada'da çözüm, Kıbrıs Türk halkının siyasal eşitliğini esas alan bir zeminde inşa edilmelidir.

Bugün 20 Temmuz.
Bazıları bu günü sadece bir tarih olarak anıyor.
Ama biz, bir halkın hayatta kalma destanı olarak hatırlıyoruz.

Ve hatırlatıyoruz:

“Adını bile anmaktan korkanların sesi değiliz.
Biz, bastırılmış tarihlerin, susturulmuş halkların, unutturulmak istenen gerçeklerin sesi olmaya geldik.”

✒️ Son Söz:

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın üzerinden yarım asra yakın zaman geçti. Ama tarih hâlâ konuşuyor. Ve bize şunu söylüyor:

“Barışı korumak, savaşı kazanmaktan daha zordur. Ama daha değerlidir.”

Salı, Temmuz 8

Türkiye’de Doğal Afetler ve Altyapı: Güçlü Adımlar, Kalıcı Çözümler


Türkiye, coğrafi konum olarak farklı ve sıklıkla yıkıcı doğal afetlere maruz kalıyor. Deprem, sel, yangın, heyelan, çığ gibi riskler her yıl hayat ve altyapı üzerinde baskı kuruyor. Ancak bu riskler aynı zamanda reform ve yeni fırsatlar için bir katalizör olabilir. İşte şimdi bu kurguyu nasıl inşa ederiz?


Mevcut Durum: “Afet Yönetim Sistemi” ve Sahadaki Gerçeklik

  • AFAD’ın 360° Afet Yönetimi Vizyonu
     2025 yılı Performans Programı, AFAD’ın afet sonrası müdahaleden risk yönetimine geçişini hedefliyor. Türkiye “bütünleşik afet yönetim sistemi”ne dönüştürülmüş durumda afad.gov.tr+12saglikbilimleri.ozal.edu.tr+12afad.gov.tr+12afad.gov.tr+2afad.gov.tr+2afad.gov.tr+2.
  • Sendai Çerçevesi Uyumlu Ulusal Strateji
     2015–2030 Sendai Çerçevesi doğrultusunda, afet risklerini azaltmaya odaklanan dört öncelik ve yedi küresel hedef aktif olarak uygulanıyor sbb.gov.tr.
  • Somut Plan: TASİP (Türkiye Afet Sonrası İyileştirme Planı)
     26 Mayıs 2025’te yürürlüğe giren TASİP, afet sonrası hasar tespitinden yeniden inşa sürecine kadar uzanan kapsamlı bir yol haritası sunuyor. Bu plan çerçevesinde hasar gören yapıların onarımı veya yeniden inşası, ekonomik ve sosyal iyileştirme süreçleri yer alıyor sbb.gov.tr+2afad.gov.tr+2afad.gov.tr+2.

Sahada Öne Çıkan Riskler

Afet Türü Durum Deprem Türkiye’de doğal afet kaynaklı kayıpların %97’si deprem kaynaklı. 1900–2023 arasında yaklaşık 144.000 can kaybı var dergipark.org.tr. İstanbul’da 23 Nisan 2025'te 6.2 büyüklüğünde deprem yaşandı; biri kalp krizi olmak üzere bir kişi hayatını kaybetti, 359 yaralı oldu en.wikipedia.org. Sel & Heyelan2022 yılında sel sayısı 450’ye ulaştı. Sellerin temel nedenleri arasında hızla artan nüfus, alt yapı eksikliği ve iklim değişikliğine bağlı düzensizlikler yer alıyor .Yangın, Çığ ve Meteorolojik Afetler Orman yangınları, hortumlar, çığlar vs. Türkiye’de rutin doğal afet türleri arasında yer alıyor .


Ne Yapılmalı? Stratejik Öneriler

🛠 İnşaat ve Altyapı Reformları

  • Katı altyapı mevzuatları uygulanarak, kentsel dönüşüm süreci hızlandırılmalı.
  • Bütçeden yıllık 400 milyar USD’ye varan kaynakla (Dünya Bankası önerisi) “deprem-yangın-sel” dayanıklı altyapı oluşturulabilir afad.gov.tr+6tepav.org.tr+6yargireformu.adalet.gov.tr+6.


📡 Teknolojik Dönüşüm

  • HAPS (yüksek irtifa platformları), yenilenebilir enerji destekli iletişim ağlarıyla acil durum testi yapılmalı arxiv.org.
  • Türkiye çapında erken uyarı sistemleri — özellikle sel, çığ, yangın için meteorolojik izleme — aktif kullanılmalı.

🏛 Kurumsal & Hukuksal Reformlar

🌱 Toplumsal Sorumluluk & Eğitim

  • Kamu, yerel yönetim ve sivil toplum işbirliği; “afet farkındalığı” eğitimleri yaygınlaştırılmalı.
  • Eğitim müfredatına afet yönetimi, hukuk ve sivil savunma dersleri dahil edilmeli.

Neler Kazanılabilir?

  1. Can güvenliği maksimize edilir: etkin erken uyarı, riskli yapılardan korunma, hızlı müdahale.
  2. Maddi kayıplar azalır: hasarsız altyapı ile kritik hizmet kesintilerinde azalma olur.
  3. Kamu güveni güçlenir: planlı, şeffaf ve toplumsal katılım içeren afet sistemi vatandaşla güven köprüsü kurar.
  4. Ekonomik sürdürülebilirlik sağlanır: yeniden inşa yerine iyileştirme; yerel ekonomiyi güçlendirir.

 Nasıl Başlarız? Aşamalar

  1. Hızlı mevzuat güncellemeleri: DASK reformu, yargı merkezleri, erken uyarı ağları.
  2. Bütçeleme ve finansman: Ulusal ve yerel kaynaklar, kamu-özel işbirliği, uluslararası fonlarla stratejik yatırımlar.
  3. Pilot uygulamalar: İstanbul, Hatay, Karadeniz gibi riskli bölgelerde süreçler test edilmeli.
  4. Denetleme ve şeffaf raporlama: TASİP ve Sendai hedefleri düzenli takip edilmeli; kamuya açık veri portalı kurulmalı.
  5. Eğitim ve kültürel dönüşüm: Halk ve profesyonellerin afet farkındalığı için eğitim programları başlatılmalı.



👇 Sonuç: Yol Haritamız

Fikrimiz şudur: Doğal afet risklerini sadece çözüm değil, fırsata dönüştürmeliyiz. Teknoloji, hukuk, eğitim ve sivil katılımla inşa edilecek güçlü bir sistem, Türkiye’yi sadece afetlerin etkilerini yöneten değil, geleceğini planlayan bir ülke haline getirebilir.


Kaynakça


Salı, Temmuz 1

Toplumsal Çürüme ve Toplumsal Çöküş: Seviyeler, Tanımlar ve Geri Dönüş Eşiği

 Toplumlar bir anda yıkılmaz; önce içten içe çürür, sonra sessizce çöker. Bu yazı, günümüz Türkiye’sinde sıkça gözlemlediğimiz ahlaki ve yapısal bozulmaların nereden başlayıp nereye evrildiğini sistematik şekilde açıklıyor. Toplumsal çürüme ve çöküş kavramlarını sadece teorik değil, somut örneklerle seviye seviye tanımlayarak, içinde bulunduğumuz durumu daha net görebilmemizi amaçlıyor.

Bu metin, okuyucuyu karamsarlığa değil, uyanışa ve sorgulamaya davet ediyor. Çünkü her çöküşün öncesinde, toplumlar "bir şeylerin yanlış gittiğini" fark etmeden yaşamaya devam eder. 

Eğer bugün konuşmazsak, yarın yalnızca susmakla kalmayacağız; yönümüzü de kaybedeceğiz.

I. TOPLUMSAL ÇÜRÜME – 

“Değer Kaybının ve Ahlaki Bozulmanın Süreçsel Tablosu”

Toplumsal çürüme, bir toplumun temel değerlerinin, ahlaki yapı taşlarının ve ortak yaşam ilkelerinin zayıflaması ya da yozlaşmasıyla başlar. Bu süreç genellikle yavaş, içten içe ve fark edilmesi güç şekilde ilerler. İşte bu süreci seviye seviye tanımlamak mümkündür:

Seviye 1 – Değer Erozyonu (Zemin Kayması)

Tanım: Toplumun ortak değer yargılarında çatlamalar başlar. Saygı, adalet, güven, emek gibi kavramlar sorgulanmaz hale gelir, örselenmeye başlar.


Belirti: Aile kurumunun içi boşalır, öğretmen saygısı azalır, büyük-küçük ilişkisi zedelenir.

Seviye 2 – Ahlaki Kayma ve Çifte Standartlaşma

Tanım: Toplum ahlaki ilkeleri yalnızca başkaları için talep eder hale gelir. Yani doğru-yanlış ölçüsü kişilere göre değişir, değerler “duruma göre” uygulanır.


Belirti: “Bana yapılırsa suç, ben yaparsam hak” anlayışı yaygınlaşır. Adaletsizliğe karşı sessizlik baş gösterir.

Seviye 3 – Yozlaşmanın Normalleşmesi

Tanım: Yolsuzluk, adam kayırma, liyakatsizlik gibi sapmalar artık tepki değil, alışkanlıkla karşılanır. “Herkes yapıyor zaten” söylemi baskın hale gelir.


Belirti: Kayırmacı sistem meşrulaşır, vasatlık yüceltilir, dürüstlük alay konusu olur.

Seviye 4 – Kurumsal Çürüme

Tanım: Devlet ve sivil kurumlar işlevini yitirir. Hukuk, eğitim, sağlık, medya gibi sistemlerde liyakat yerine sadakat; şeffaflık yerine çıkar ilişkisi geçerli hale gelir.


Belirti: Mahkemelere güven azalır, eğitimde kalite düşer, medya kutuplaştırıcı rol üstlenir.

Seviye 5 – Toplumsal Vicdanın Susturulması

Tanım: Toplumun ortak vicdanı, ses çıkarma kapasitesi bitmiştir. Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, doğa katliamları “bir haber başlığına” indirgenmiştir.


Belirti: Toplum artık hiçbir kötülüğe refleks göstermemeye başlar. Tepkisizlik kronikleşir.


II. TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ – 

“Sistemli Dağılma ve Geri Dönüşsüzlük Riski”

Toplumsal çöküş ise çürümenin devamı değil; bir üst eşiği, sistemin topyekûn işlevini yitirmesidir. Artık değerler değil, yapılar çöker. Sadece ahlaki değil, ekonomik, politik ve sosyolojik çöküşler de bu başlık altındadır.

Seviye 1 – Sistemsel Güvensizlik

Tanım: İnsanlar artık devlete, yönetime ve birbirine güvenemez hale gelir. Herkes kendi başına hayatta kalma refleksine geçer.
Belirti: Göçler hızlanır, paranoyaklaşma artar, “burası yaşanmaz” algısı oluşur.

Seviye 2 – Yönetişim Boşluğu

Tanım: Devlet mekanizması karar alma, uygulama ve denetleme kapasitesini kaybeder. İdari kaos, yasal karmaşa ortaya çıkar.


Belirti: Herkes “kendi hukukunu” uygulamaya başlar. Mafyalaşma, informal yapılar güç kazanır.

Seviye 3 – Kurumsal Çöküş

Tanım: Kamu hizmetleri çökme noktasına gelir. Eğitim sistemi iflas eder, sağlık hizmetleri çökertilir, hukuk sistemi işlemez hale gelir.
Belirti: İstifa eden memurlar, boş kalan okullar, randevu alınamayan hastaneler, çözümsüz davalar.

Seviye 4 – Sosyal Dağılma

Tanım: Ortak kimlik dağılır, toplumsal birlik duygusu yok olur. Her grup kendi küçük dünyasında yaşamaya başlar.
Belirti: Etnik, dini, kültürel kutuplaşmalar keskinleşir. Sivil çatışma riski artar.

Seviye 5 – Devlet ve Toplum Bütünlüğünün Dağılması

Tanım: Artık yönetim ile halk arasında bağ kopmuştur. Toplum kendi içinde parçalanmış, devlet ise halkı temsil edemez hale gelmiştir.
Belirti: Devlete bağlılık değil, kopuş yaşanır. İç göçler, isyanlar, parçalı yapıların ortaya çıkışı görülür.


Çürüme ve Çöküş Arasındaki Fark




📌 SONUÇ & ÖNERİ

Eğer bu seviyeleri doğru okur ve zamanında müdahale edilirse, çürümeden çöküşe geçiş engellenebilir. Ama toplumlar genelde bu seviyeleri geçerken tepki vermez çünkü süreç yavaş işler. İşte en büyük tehlike de burada yatar.

Türkiye özelinde baktığımızda şu an “yozlaşmanın normalleşmesi” (çürüme seviyesi 3) ile “sistemsel güvensizlik” (çöküş seviyesi 1) arasında gidip geldiğimiz söylenebilir. Bu yüzden farkındalık yaratacak, bilinç uyandıracak içeriklere, yazılara ve kamuoyu reflekslerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.

Salı, Haziran 24

Toplumun Aynasındaki Kırıklar

 

Gürültüsüz, silahsız, darbesiz ama çok derin bir çöküş yaşıyoruz. Ne manşetlerde yankı bulan bir devrim, ne de sokaklara dökülen bir isyan bu... Adım adım, katman katman, içten içe çürüyen bir toplumsal yapıdan söz ediyorum. Kimse tam olarak ne zaman başladığını bilmiyor ama herkes sonuçlarını yaşıyor. En çok da vicdanı hâlâ susturulamamış olanlar.

Toplumsal Sınıf Değil, Ahlaki Zemin Çöküyor

Eskiden zenginle fakir arasında adaletsizlik olurdu. Şimdi aynı semtte, aynı binada yaşayan insanlar arasında bile “insani” farklar oluşuyor. Biri komşusuna selam vermezken, öteki sokak ortasında bir çocuğu dövüyor. Bugün çöküş dediğimiz şey, sınıfsal değil; ahlaki bir ayrışma.

  • Zenginlik artık liyakatin değil, bağlantının sonucu.

  • Yoksulluk sadece ekonomik değil, ahlaki ve düşünsel yoksunluk da var.

  • Orta sınıf; ne yukarı çıkabiliyor, ne aşağı düşmekten korunabiliyor. Umutsuzluk, yaygınlaşıyor.

Kadın Cinayetleri: Sıradanlaşan Dehşet

Bir kadın öldürülüyor. “Kıskançlık krizi”, “tartışma çıktı”, “boşanmak istedi” gibi ifadelerle habere yansıyor. Ardından rutin: Tutuklama, sosyal medya tepkisi ve birkaç gün sonra unutulma.
Biz nasıl oldu da bir cinayeti gündelik hayata entegre ettik?
Kadın sadece öldürülmüyor. Aynı zamanda toplumun vicdanında da ikinci kez ölüme terk ediliyor.

Keyfî Öldürmeler ve Şiddet Kültürü

Bir bakış yüzünden, bir yol verme tartışmasında, bir sosyal medya paylaşımında insanlar öldürülüyor. Sokakta yürürken “acaba birinin öfkesine kurban gider miyim” diye düşünen binlerce insan var artık. Bu, sadece hukukla değil, kültürle çözülmesi gereken bir problem.

Büyüklerine Saygısız, Küçüklere Vahşi Bir Toplum

Bir çocuğun gülüşü bile istismar ediliyor. Bir yaşlının birikimi ise hor görülüyor. Geleneklerimizi modernlik kisvesi altında küçümsedik ama yerine vicdanı inşa edemedik.
Bugün sokakta yaşlıya yer vermeyen çocuk, yarın büyüdüğünde kendi ailesinden sevgiyi bekliyor.
Bu, ahlaki bir çelişki değilse nedir?

Sosyal Medyada Görgüsüzlük ve Popülerlik Yarışı

Kim daha lüks yaşıyor, kim daha çok estetik yaptırdı, kim kiminle nerede tatil yaptı?
Her şey izlenmek, beğenilmek, onaylanmak üzerine kurulu. Oysa gerçek başarı, gürültüyle değil sessizlikle şekillenir.
Görgü, yerini “gösteri”ye bıraktı. Alçakgönüllülük, "algı yönetimi" karşısında pes etti.

İhanetin Normalleştiği Bir Toplum

Sadakat zayıf, güven ilişkisi neredeyse yok. Eşler birbirine, arkadaşlar dostlarına, bireyler ideallerine ihanet ediyor.
Ahlaki sadakatin yerini “anlık çıkarlar” almış durumda. İhanet artık büyük bir kelime değil; bulaşıcı bir alışkanlık.

Hayvanlara ve Çocuklara Yönelik İstismar

Bir hayvanın kuyruğu kesiliyor. Bir çocuk istismara uğruyor. Ve bizler sadece “tweet” atıyoruz.
Tepkimiz geçici, ilgimiz yüzeysel, mücadelemiz zayıf.
Halbuki bir toplumun medeniyet seviyesi, en çok da en güçsüzünü koruma becerisiyle ölçülür.


Bu sınavda sınıfta kalıyoruz.

ve daha saymadım niceleri....



Peki Ne Yapmalı?

Bu bir karamsarlık yazısı değil. Aksine, kendine gelme çağrısı.


Hiçbir çöküş sonsuz değildir. Her çürüme, bilinçle durdurulabilir. Bunun için:

  • Aileden başlamalıyız. Değerleri yeniden üretmeli, rol modelleri çoğaltmalıyız.

  • Eğitim sistemini yeniden inşa etmeliyiz. Ezber değil, vicdan eğitimi öncelikli olmalı.

  • Hukuk ve adalet duygusunu güçlendirmeliyiz. Sadece yasalar değil, toplumsal vicdan da cezalandırmalı.

  • Dijital farkındalık eğitimi artık lüks değil zorunluluktur.

  • Birey olarak sorumluluk almalıyız. Sessiz kalmak, suça ortak olmaktır.


Son Söz: 

Bir Toplum Kendini Kurtarabilir

Eğer bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, hâlâ umut var demektir.
Çöküşün eşiğinde değil, tam ortasındayız belki. Ama geri dönüş hâlâ mümkün.
Kendimizle yüzleşirsek, sustuklarımızı konuşur, kanıksadıklarımızı sorgularsak…


Bu topraklarda yeniden filizlenir her şey 

Çarşamba, Haziran 11

İyi İnsan Olmanın Haritası

 Zihin haritamızda bazı insanlar özel bir yere yerleşir. Onlar yalnızca yaşadıkları dönemi değil, bir anlayışı, bir tavrı, bir duruşu temsil ederler. Bunlardan bir Örneği Saygı değer Büyüğüm Rahmetli Ferdi Zeybek Başkan, işte o isimlerden biriydi.

Bu satırları kaleme alırken yüreğimde buruk bir sızı var. Çünkü bir iyi insanı, bir güzel yoldaşı, halk için halkla yürümüş gerçek bir belediyeciyi sonsuzluğa uğurladık. Ama bir yanım da umut dolu… Çünkü Başkan Ferdi Zeybek yalnızca bir kişi değildi, iyi insan olmanın pratiğe geçmiş halini bizlere gösteren bir pusulaydı.

Bir İnsanı "İyi" Yapan Neydi?

İyi insan tanımı, günümüz toplumunda çok konuşulan ama az yaşanan bir kavram. Oysa Ferdi Başkan’ın hayatı bu tanımın cisimleşmiş hâliydi.

Kimdi o?

Yalnızca bir başkan değil… Şehrini bilen, insanını tanıyan, hayvanları anlayan, toprağın dilinden konuşan bir gönül adamıydı.

Onunla sohbet eden herkes aynı şeyi söylerdi:

“Ferdi Başkan dinlerdi… Sözünüzü değil, yüreğinizi dinlerdi.”

İşte bu, iyi insanın tarifidir. Karşısındaki kim olursa olsun değer vermek, içtenlik göstermek, halkın kalbine temas edebilmek…

Özveriyle Kurulmuş Bir Hizmet Anlayışı

Belediyecilik, asfalt dökmek, kaldırım yapmak değildir sadece.


Belediyecilik; bir mahallenin derdini kendi mahallesi bilmek, bir kedinin

susuzluğunu kendi susuzluğu gibi hissetmektir.


Ferdi Zeybek Başkan tam da böyle çalıştı.

Mesai saatine bakmazdı.


Programına değil, ihtiyaçlara göre hareket ederdi.


Çünkü onun haritasında öncelik; insan, doğa, huzur ve hakikatti.


Halkın refahı onun mesleki pusulasıydı.

Hayvanları Sevmek, Doğayı Korumak: Sessizlerin Sesi Olmak

Bir kentin vicdanı, sokaktaki hayvanlara nasıl davrandığıyla ölçülür.
Ferdi Zeybek, bu konuda da iz bırakan işler yaptı.


Sokak hayvanları için oluşturulan beslenme alanları, veterinerlik hizmetleri, farkındalık projeleri onun sadece yöneten değil, hisseden bir lider olduğunu gösteriyordu.

“Hayvanları sevmek, insana saygının ilk adımıdır.”
Bu cümleyi söylerken gözleri parlayan bir insandı.


Hayatın bütün parçalarına bütüncül yaklaşırdı. Bu onun belediyecilik değil, medeniyet anlayışını yansıtıyordu.

Şehrini Sevmek, Geleceğe İz Bırakmak

Bir insan memleketini sadece doğduğu yer olduğu için değil, yaşanılır hâle getirmeyi görev bildiği için sever.


Ferdi Zeybek’in şehir sevgisi lafla değil, icraatla ölçülebilirdi.

Parklar yaptı.


Yollar açtı.


Ancak daha da önemlisi gönülleri birleştirdi.


Toplumun her kesimiyle bağ kurdu.


Siyasi değil, insani bakış açısıyla yönetim anlayışı geliştirdi.


Şehri sadece bugüne değil, geleceğe taşımak için çalıştı.

Ferdi Başkan’ın aramızdan ayrılışı, sadece bir kayıp değil;

aynı zamanda bize düşen görevi hatırlatan bir dönemeçtir.

Bizler onun ardından ağıt değil, fikir üretmeliyiz.


Onun gibi iyi insan olmayı, adaletli hizmet etmeyi, insanlara umut olmayı hedeflemeliyiz.


Çocuklarımıza onun hizmet anlayışını anlatmalı, yeni kuşaklara “güç ne için kullanılmalı?” sorusunun cevabını onun örnekliğiyle öğretmeliyiz.

Son Söz: İyi İnsanlar Ölmez, Hatıralarıyla Yaşar

Ferdi Zeybek Başkan, ardında yollar, parklar, hizmetler değil;
bir duruş, bir örnek, bir iz bıraktı.
İyi insanın tanımını kelimelerle değil, hayatıyla yazdı.

Ve şimdi bizlere düşen:
Onun çizdiği o haritada,
iyiliğin, samimiyetin ve adaletin izinden yürümek.

“İnsan yaşarken de yol olabilir. Yeter ki iz bıraksın.”

 

Ferdi Zeybek Başkan’ı rahmet, minnet ve büyük bir özlemle anıyorum.

Ruhu şad, izi daim olsun… 

Mekânı cennet, hatırası daim olsun.

Ruhu iyilikle, adı umutla anılsın…


Cumartesi, Mayıs 31

Yaşamın Koordinatları: Geçmişin İzleriyle Kendi Yolunu Çizmek

 

Hayat bir yolculuksa, o yolculuğun haritası da zihnimizdedir.


Ve her insan, bu hayata boş bir sayfa olarak gelmez; içsel pusulamız, geçmişin izleriyle çoktan şekillenmiştir.


Koordinatlar çoğu zaman çocuklukta atılır, erkeklikte sorgulanır, adamlıkta sabitlenir.


İşte bu yazı; kişisel yaşam çizgimizin, zihinsel jeopolitik dönüşümümüzle nasıl örtüştüğünü ele alıyor.


 Çocukluk – Haritanın İlk Çizgileri

Çocukluk dönemi, zihin haritamızın henüz keşfedilmemiş topraklarla dolu olduğu evredir. O dönemde neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna karar verme gücümüz yoktur. Haritamız, dış dünyanın ellerinde çizilir.

Benim çocukluk haritam, gözlem yeteneği ve derin sezgiler üzerine kuruluydu. Kalabalıklardan uzak, anlam arayan bir çocuktum. Oyuncaklarımı savaş senaryolarında değil, planlama oyunlarında kullanırdım. Her şey bir düzen içinde olmalıydı; her şeyin bir sebebi vardı. Bu sistematik düşünce yapısı, zihinsel haritamda “stratejik bölgeler” oluşturmaya başladı.

🔹 Kırılma Noktası:


İlk büyük kırılmam, sevilmekle anlaşılmak arasındaki farkı fark ettiğimde oldu.
Dış dünyanın beklentileri, iç sesimle çelişmeye başlamıştı.
Ama sessizdim. Sessizdim çünkü gözlemliyordum.


Erkeklik – Sınırların Çizildiği Çağ

Gençlik dönemine girildiğinde, artık haritanın kalemi elimizdedir.
Ancak hâlâ dış etkiler güçlüdür. Toplumun, ailenin, kültürün sesi içimizde yankılanır.


İşte burada erkeklik; yalnızca biyolojik bir evre değil, zihinsel ve duygusal sınırların şekillendiği bir koordinat noktasıdır.

Ben bu dönemde duvarlar örmedim ama kapılar inşa ettim.


Sınır koyarken kimseyi dışlamadım, ama içeri kimlerin gireceğine dikkat ettim.
İlk büyük kararlarımı bu dönemde verdim: eğitim, meslek, ilk sorumluluklar...

Disiplinli bir yapım vardı. Plan yapar, yol haritası çizerdim. Bu dönemde liderlik, yöneticilik, hedef odaklılık gibi beceriler zihinsel haritamda aktif bölgeler hâline geldi.

🔹 Dönemeç:


Toplumun “erkeklik” kalıplarına uymazdım.
Gücü, baskı olarak değil, denge olarak gördüm.
Önce kendi içimde barışı kurdum.


Adamlık – Haritanın Egemenliği

Adamlık, en zor tarif edilen ama en sağlam yaşanan evredir.
Bu dönemde artık bir pusula değil, bir vizyon taşırsınız.
Kendinize ait bir yönünüz vardır.
Artık hayatı “ne olduğu” ile değil, “neye dönüştürüleceği” ile tanımlarsınız.

Benim için adamlık; sorumluluğun kendini yalnızca taşımak değil, temsil etmektir.
Çocuklarım oldu. Aile merkezim haritamda bir kıta hâline geldi.
Zamanı yönetmeyi değil, zamanı yaşamayı öğrendim.
Sadakat, öz disiplin, tevazu ve istikrar; bu dönemin temel taşlarıydı.

🔹 Yaşam Çizgisi Üzerinde Netleşme:


Hayatın bana çizdiği değil, benim hayatıma çizdiğim bir yol vardı artık.
Özgürlüğüm iç disiplinden, gücüm sabırdan, mutluluğum anlamdan geliyordu.


📍 Yaşam Haritası: Değişmeyen Tek Şey, Değişimin Kendisi

Her insanın yaşam çizgisi; keskin virajlarla, düz yollarla, zaman zaman kayıp koordinatlarla doludur.
Ancak haritanın en değerli kısmı, nereden geldiğini bilmek ve nereye gittiğine karar verebilmektir.

Ben bugün, zihinsel haritamda kayıp bölgeleri aydınlatan bir yolcuyum.
Geçmişimin izlerini silmeden, onlara anlam yükleyerek yürüyen biriyim.
Çünkü biliyorum:

Bir insan, geçmişinden değil; geçmişini nasıl taşıdığından ibarettir.


🔚 Son Söz: Haritanı Sahiplen

Sana çizilen haritayı kabul etmek kolaydır.
Ama asıl mesele, kendi yolunu çizmekte.
Kendine ait bir yönün varsa, hangi rüzgar eserse essin pusulan şaşmaz.


Sen de bu yazıyı okuyorsan ve içinden “benim haritamda hangi kırılma noktaları vardı?” diye geçiriyorsan...


Haritanı yeniden eline almanın zamanı gelmiştir.

Çünkü hayat, hazır bir yol değildir.
Hayat, yürürken çizdiğin yoldur.

Cuma, Mayıs 23

İçimizdeki Coğrafya: Dış Dünya Denilen Haritayla Yaşamak

 

İnsan zihni bir ülke gibidir. Sınırları vardır, iklimi değişkendir, bazen dağlıktır, bazen dümdüz bir ova. Ve her insanın içinde taşıdığı bu “zihinsel coğrafya”, dış dünyayla sürekli bir etkileşim hâlindedir. Bir anlamda, dış dünya bize ait olmayan bir haritayla karşımıza çıkar; ama onu nasıl okuyacağımız, onunla nasıl uyumlanacağımız tamamen bizim içimizdeki coğrafyaya bağlıdır.

Dış Dünya: Kalıplar, Kurallar, Koşullar

Hayat, doğduğumuz andan itibaren bize bir dizi harita sunar. Toplumun normları, ailenin beklentileri, eğitimin çerçevesi, kültürel alışkanlıklar… Bunlar bizim dış dünyamızı biçimlendirir. Ama mesele sadece bu haritaları okumak değildir. Mesele, o haritalarla kendi iç coğrafyamız arasında bir köprü kurmak meselesidir.

Kendi yaşamımdan örnek vermem gerekirse, ben hiçbir zaman mevcut haritalarla yetinmeyi tercih etmedim. Her şeyin haritası hazırken, ben pusulamı içimde taşımayı seçtim. Sistemli düşünmek, olaylar arasında bağ kurmak ve hiçbir zaman öğrenmekten vazgeçmemek... Bu benim coğrafyamın yükseltilerini oluşturuyor.

İçsel Coğrafyamız: Benzersiz ve Kendi Sesine Sadık

Hepimizin iç dünyası farklı iklimlerde yetişmiş bir ağaç gibi. Kimimiz rüzgârlı yamaçlarda büyümüşüz, kimimiz gölgede ama verimli topraklarda. Ben kendi iç coğrafyamı tanıdıkça fark ettim ki, yalnızlık benim için bir çöl değil, iç sesimi daha iyi duyabildiğim verimli bir vadiymiş.

Dış dünyanın koşuşturmasına rağmen sakinliğimi koruyabilmek, çevremdeki karmaşaya karşı iç disiplinimi sürdürmek; bu, benim haritamın güçlü yönlerinden biri. Bu yetkinliğin farkına vardığımda daha fazla yazmaya, daha çok düşünmeye ve daha geniş düşünsel alanlar açmaya başladım.

📖 Clarissa Pinkola Estés’in şu sözü bana hep ilham vermiştir:

“Kadınlar Kurtlarla Koşar”da der ki: “İçimizdeki vahşi doğa, ruhumuzun özüdür. Onu bastırırsanız, yön duygunuzu da kaybedersiniz.”

Bu satırları ilk okuduğumda kendi içimdeki vahşi doğanın, yani sezgilerimin aslında ne kadar güçlü olduğunu fark ettim. Yön duygumu dış dünyada değil, içimde aramayı öğrendim.

Haritaları Okumak Değil, Yorumlamak

Her dış harita aslında içimizdeki haritayı tetikleyen bir fırsattır. Yeni bir şehir, farklı bir kültür, yeni bir proje ya da karşılaştığınız sıra dışı bir insan… Bunların her biri sizin iç coğrafyanızda yeni yollar açabilir. Ama bu yolların açılması için, önce kendi iç haritanızın hangi bölgesinde olduğunuza hâkim olmanız gerekir.

Kimi insan içindeki dağları aşamaz çünkü onları gerçek zanneder. Oysa o dağlar sadece birer algıdır. Bunu fark ettiğinizde, dağlar yerini vadilere bırakır.

Sadece Uyum Değil, Etki de Önemlidir

Benim yolculuğumda en çok beslendiğim yön, dış dünyayla sadece uyum sağlamak değil, aynı zamanda ona etki etmek oldu. İş hayatında, yazarlıkta, girişimcilikte, siyasette... Hangi alana adım attıysam, dış dünyanın hazır haritasını kullanmak yerine o haritanın üzerine kendi izimi bırakmaya çalıştım.

İşte burada Stephen R. Covey’in “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabında bahsettiği şu düşünce aklıma gelir:

“Reaktif insanlar çevrelerine göre şekillenir; proaktif insanlar kendi iç değerlerine göre.”

Benim iç değerlerim; doğruluk, öz disiplin ve anlam arayışı üzerine inşa edildi. Ve bu değerler, dış dünyanın haritasını kendi iç haritamla birleştirme gücü verdi bana.

Sonuç: Haritaya Değil, İçindeki Yolcuya Güven

Kendi iç coğrafyasını tanıyan biri için dış dünyanın haritası tehdit değil, fırsattır. Çünkü kişi nereden gelip nereye gittiğini biliyorsa, hangi iklimde ne giymesi gerektiğini de bilir.


📌 Yol Notu:
Her harita çizilebilir, her yol yeniden keşfedilebilir. Ama içsel coğrafyanızı tanımadan çıktığınız her yolculuk, yönsüz kalabilir. Bu yüzden kendinize sorun:
“Ben içimdeki hangi iklimde yaşıyorum?”