Bloguma hoş geldiniz. Her hafta, düşüncelerimi kelimelere döktüğüm yeni bir yazıyla buradayım.
Powered By Blogger

Öne Çıkan Yayın

📌 Fikirlerimin İzinde: Kendi Yolumda, Kendi Sesimle

 Ben bu blogu, her iki durumda da susmamayı, iç sesimi bastırmamayı seçtiğim gün açtım. "Hayat bazen sana durman gereken yeri söyler, b...

Perşembe, Nisan 24

Bilim Konuşmalı, Toplum Hazırlanmalı: Depremle Yaşamak mı, Yaşatmak mı?

 

Depreme Karşı Toplumsal Uyanış Serisi

Bir yıkımın ardından değil, bir hazırlığın ortasında konuşmalıyız artık.
Ben bir blog yazarı olarak değil, aynı zamanda bu ülkenin sokaklarını, faylarını, ruhunu tanıyan biri olarak sesleniyorum: Depremle yaşamanın değil, yaşatmanın yollarını konuşmalıyız.

🎓 Bilim Susarsa, Kaos Konuşur

Ben bilim insanlarına kulak vermekle başladım bu yolculuğa.
Jeofizik mühendisleriyle oturdum, kent planlamacılarıyla yürüdüm, kriz yönetimcilerinden dinledim.
Hepsinin ortak söylediği bir şey vardı:
“Deprem öldürmez, ihmal öldürür.”

İşte bu yüzden, bugün size sadece uyarı değil, çözüm önerisi sunmak istiyorum.


🧭 1. Bilimsel Verilere Dayalı Ulusal Deprem Stratejisi Oluşturulmalı

Ben, merkezi otoritenin koordinasyonunda, tüm illeri kapsayan Ulusal Deprem Eylem Planının vakit kaybetmeden hazırlanması gerektiğini düşünüyorum.

Bu plan;

  • Bölge bazlı risk analizlerini içermeli,

  • Mikro bölgeleme çalışmalarına göre yeni yapılaşma haritaları çizilmeli,

  • 20 yıllık değil, 100 yıllık kent vizyonu üzerine kurgulanmalı.

🛠️ 2. Bina Stokunun Dijital Envanteri Çıkarılmalı

Her yapı, kimliği olan bir varlık gibi ele alınmalı.
Ben, Türkiye'nin tamamında dijital bina karneleri oluşturulmasını öneriyorum.

Her bina için:

  • Zemin bilgisi,

  • İnşaat yılı,

  • Statik-dinamik analiz sonucu,

  • Risk durumu puanlanmalı.

Ve bu veriler kamusal erişime açılmalı.
Çünkü deprem gerçeği saklanarak değil, paylaşarak yönetilir.

👷‍♂️ 3. Kentsel Dönüşüm, Müteahhit Odaklı Değil, Halk Odaklı Olmalı

Ben, mevcut "rant merkezli" dönüşüm mantığının terk edilmesini savunuyorum.
Dönüşüm süreci, yalnızca yapıları değil, sosyolojik dokuyu da gözetmeli.

Bu çerçevede:

  • Halkla birlikte karar alma mekanizmaları kurulmalı,

  • Mahalle bazlı planlamalar yapılmalı,

  • Geçici yaşam alanları önceden planlanmalı.

Çünkü bir bina yıkıldığında sadece beton değil, bir hayat düzeni de yerle bir olur.

🧑‍🏫 4. Okulda “Afet Farkındalık” Dersi Zorunlu Olmalı

Ben, çocuklara yalnızca bilgi değil, hayatta kalma becerisi kazandırmalıyız diyorum.
Her öğrenci:

  • Deprem çantasını nasıl hazırlar,

  • Nasıl tahliye edilir,

  • Nerede toplanır…
    Bunu teoride değil, pratikte öğrenmeli.

Çünkü bir gün o çocuk, belki ailesinin hayatını kurtaracak.

5. Hazır Olmak İçin Ne Kadar Zaman Gerekli?

Gerçekçi olalım:
Bu işin hazırlığı 6 ayda olmaz, ama 6 yıl da beklenmez.

Ben şöyle bir zaman-misyon planı öneriyorum:

SüreHedef
İlk 6 AyDijital envanter ve toplanma alanları güncellenmesi
1 YılRiskli yapıların tespiti ve öncelikli müdahale alanlarının belirlenmesi
3 YılKentsel dönüşüm ve afet eğitim altyapısının kurulması
5 YılToplum genelinde %80 bilinç düzeyine erişim
10 YılDepreme dirençli kent vizyonunun tamamlanması

Bu süreçte en büyük ihtiyacımız ne biliyor musunuz?

İrade.


✍️ Son Sözüm Şu:

“Deprem an meselesi değil, sistem meselesidir.”

Ben, her satırıyla sorumluluk hissi taşıyan bir yazı yazmak istedim.
Çünkü sadece sarsılmak değil, uyanmak da bir tercihtir.

Biz bu tercihi yapmazsak, doğa bizim yerimize karar vermeye devam eder.

Depreme Karşı Toplumsal Uyanış Serisi

 

Yerin Altında Unutulmuş Bir Hafıza Var!

Bir sabah ansızın uyanırsın. Kahveni alırsın eline. Her şey sıradan görünür: Balkon, karşı binanın duvarındaki çatlak, sessizce geçen zaman... Ta ki yerin altındaki o derin sızı, kendini hatırlatana kadar.

Deprem bir doğa olayı değildir.
Deprem, unutulmuş bir gerçekliğin aniden bağırmasıdır.

Hatırlamak Cesaret İster

Biz, her şeyin üzerini hızla kapatan bir toplum olduk.
Binanın üzerini sıva ile, geçmişin üzerini suskunlukla, tehlikenin üzerini duayla örtüyoruz.

Ama deprem örtülmez.
Çünkü o, yerin altındaki yüzleşmedir.

Deprem, bir suçlu değil. Ama bir delildir.
Ve biz o delilin gösterdiği yerden kaçtıkça, büyüyen bir utanç tablosuna dönüşüyoruz.

Sorun Fay Hattı Değil, Farkındalık Eksikliği

Deprem değil;
– Kaçak katlar öldürüyor.
– Ruhsatsız bina planları öldürüyor.
– Betonla aramızdaki yozlaşmış bağ öldürüyor.
– “Nasıl olsa bana denk gelmez” düşüncesi öldürüyor.

Yıkılan sadece yapılar değil;
Bilinçtir. Hazırlıktır. Umuttur.

Kırılgan Kentler, Kırılgan Zihinlerden Doğar

Şehir dediğin sadece yollar, binalar, köprüler değildir.
Bir şehrin altına sinmiş olan korku, onun üstünü ne kadar ışıkla donatırsan donat, yine de seni karanlıkta yakalar.

Biz, fay hatlarının değil;
boş verilmişliğin ortasında yaşıyoruz.

"Deprem Gelirse Ne Olur?" Diye Sormayın Artık.

Doğru soru şu:
“Depremden önce biz ne olduk?”

  • Toplum olarak ne kadar hazırız?

  • Kaç aile gerçekten tahliye planını biliyor?

  • Kaç çocuk, deprem çantasının ne olduğunu öğrenerek büyüyor?

  • Kaç yöneticinin masasındaki öncelik listesinde “afet yönetimi” ilk 3’e giriyor?

-Zihinsel Dönüşüm Olmadan, Hiçbir Dönüşüm Gerçekleşmez

Kentsel dönüşüm mü?
O kelime bile artık yorgun.
Bizim ihtiyacımız olan şey: Kültürel dönüşüm. Toplumsal uyanış.

Bu bir bina yenilemesi değil, bir bakış açısı yenilemesidir.
Bu bir mühendislik çalışması değil, bir vicdan mühendisliğidir.

Ve Artık Bu Ses Yükselmeli

Deprem çanları yalnızca sirenlerle duyulmaz.
Bazen bir çocuğun sessiz korkusunda,
bazen yaşlı bir kadının “çıkamam ki evden” cümlesinde duyulur.

Bizim yapmamız gereken:
Sadece binaları değil, birbirimizi ayakta tutmak.

Ve bunu yaparken, sadece inşa değil, inanç da üretmek.


 Son Sözüm:

“Deprem, doğanın sesi değildir.
O, insanın unutulmuş sorumluluğunun yankısıdır.”

Bugün değilse ne zaman?
Biz, bu yankıyı duymaya ne zaman cesaret edeceğiz?

“Yık-Yap” Modelinden, “Yaşat-Koru” Zihniyetine Geçiş Zamanı

 Türkiye’nin şehirleşme tarihinde belki de en çok konuşulması gereken ama en az içselleştirilen kavramlardan biriyle yüz yüzeyiz: “Yık-yap” modeli. Bu anlayış, geçmişten bugüne pek çok kentte, “dönüşüm” adı altında süreklilikle uygulandı. Ancak unuttuğumuz ya da unutturulan çok kritik bir gerçek vardı: Her bina sadece betonarme bir yapı değil, aynı zamanda bir hafıza, bir yaşamın şahidi ve bir mahallenin ruhuydu.

“Yık-Yap” Ne Kaybettirdi?

Bu modelle yalnızca binalar yıkılmadı; sokak kültürü dağıldı, komşuluk ilişkileri çözüldü, mahalle dayanışması sarsıldı. Çünkü mesele sadece binaların sağlamlığı değil, hayatın dayanıklılığıydı. Depreme karşı alınan önlem, çoğu zaman sadece fiziksel dönüşümle sınırlı kaldı. Oysa biz, insanı merkez alan, kültürü koruyan, hafızaya sahip çıkan bir yaklaşımla hareket etmeliydik.

İşte tam da bu yüzden şimdi yeni bir kavrama ihtiyacımız var:


“Yaşat-Koru” Zihniyeti.

Bu sadece yeni bir şehircilik modeli değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesidir. Bu zihniyetin merkezinde, şu üç temel ilke yer alır:

  1. Yaşat:
    İnsan hayatını önceleyen, onu maddi ve manevi anlamda koruyan yapılar üretmek. Binaları değil, içinde yaşayanları öncelemek.

  2. Koru:
    Mirası, belleği, doğayı ve toplumsal dokuyu yok etmeden korumak. Kente karakter kazandıran detayları silmek yerine yaşatmak.

  3. Birlikte İnşa Et:
    Toplumla birlikte karar almak, paydaşları sürece dahil etmek. Kentsel dönüşümü bir rant meselesi değil, birlikte var olma meselesi olarak görmek.

  4. "Yaşat-koru" anlayışı, sadece binaların değil, birlikte yaşamın da depreme dayanıklı hale gelmesini amaçlar. Amaç yalnızca fiziki yenilenme değil, toplumsal dirençlilik, dayanışma kültürü ve ortak bilinçtir.

Biz bu zihniyeti benimsersek:

  • Mahalleler kimliğini kaybetmez.

  • İnsanlar yaşadıkları yerle aidiyet ilişkisi kurar.

  • Kentsel dönüşüm, sadece bir müteahhitlik hizmeti olmaktan çıkar, bir toplumsal seferberliğe dönüşür.

* Artık Zamanı Geldi

Bir blog yazarı olarak değil, bir yurttaş olarak, hatta bu şehirlerin sokaklarında büyümüş bir insan olarak içimden haykırmak geliyor:

Artık yaşadığımız şehirleri yıkıp yaparak değil, hissedip koruyarak yaşatma zamanı.
Artık fay hatlarının değil, faydasız zihniyetlerin kırılması gerekiyor.
Artık rantın değil, insanın, kültürün, yaşamın korunması gerekiyor.

Bu bir tercih değil; bir zorunluluk.



Deprem öncesi hazırlık bir mühendislik işi olabilir. Ama sonrası, bir vicdan meselesidir.

Ve biz bu vicdanla hareket edersek, sadece binaları değil, bir toplumu da ayağa kaldırabiliriz.

Çarşamba, Nisan 23

23 Nisan Depremi ve Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı

 Türkiye’de yaşayan her bireyin zihninde aynı soru var: “Bir sonraki büyük deprem ne zaman olacak?” 

Ama asıl sormamız gereken şu: “Büyük depreme ne kadar hazırız?”

23 Nisan sabahı. Gözümüzü neşe ile açmamız gereken bir günde, İstanbul’un yer altı bir kez daha kendini hatırlattı. 6.2 büyüklüğündeki sarsıntı, bir alarm zili gibi çaldı kulaklarımızda. Gürültüsüz ama derin, geçici ama uyarıcı. Çocuklara adanmış bu anlamlı gün, biz büyükler için bir sorumluluk çağrısına dönüştü: "Geleceği korumak, bugünün omuzlarında başlar."

Bir blog yazarı olarak binlerce okuyucumla sadece bilgi değil, sorumluluk da paylaşıyorum. Çünkü bu konu; akademik bir başlık, haber bülteni ya da birkaç hashtag ile geçiştirilecek bir mesele değil. Bu, yaşadığımız coğrafyanın kaçınılmaz bir gerçeği ve hayatlarımızı şekillendiren bir tehdit.

Deprem Uzmanı Gözünden: Bilimin Sınırları, Toplumun Sorumluluğu

Bir jeofizikçi veya sismolog değilim. Ancak akademik çalışmaları, bilimsel raporları ve saha verilerini takip eden sorumlu bir yurttaşım. Ve bu gözlem bana şunu net şekilde söylüyor:
Depremleri engelleyemeyiz ama depremlerin felakete dönüşmesini önleyebiliriz.

Bugün Türkiye'de konuşulan “7.0 üzeri deprem” senaryoları, istisnai değil; bilimsel olarak kaçınılmaz olaylardır. Marmara için 2030'a kadar %65'in üzerinde bir olasılık konuşuluyor. Ama tarih, saat ve dakikayı kimse veremez. Verilmemeli de. Çünkü bu, güven yerine korku pompalar.

Toplum Psikolojisi: Felaket Beklentisiyle Değil, Bilinçle Yaşamak

Toplum olarak ya felaketi romantize ediyoruz, ya da inkâr ediyoruz. Oysa olması gereken üçüncü bir yol var: Hazırlıklı yaşamak.

  • Bir depremi sadece "doğal afet" olarak görmek eksiktir.

  • Bu aynı zamanda inşa sistemleri, sosyal adalet, şehir planlaması, psikoloji, hukuk, medya ve en önemlisi toplumsal farkındalık konusudur.

Türkiye, sadece tarihsel derinliğiyle değil, jeolojik kaderiyle de tanınır. Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu ve Batı Anadolu fay hatları... Her biri, geçmişin yıkıcı hatıralarını ve geleceğin potansiyel felaketlerini içinde taşır. Ve İstanbul... Bu şehir, sadece bir medeniyet değil, aynı zamanda bir sınavdır. Yüzyıllık ihmallerin ve çarpık yapılaşmaların sınavı.

Ben bu yazıyı bir akademisyen titizliğiyle değil, bir mühendis, bir yurttaş olarak yazıyorum. Çünkü gerçek şu: Deprem değil, hazırlıksızlık öldürür.

Bugünkü sarsıntı bizlere birkaç kritik mesaj veriyor:

  • Beton değil, bilinç inşa etmeliyiz.

  • İmar değil, idrak reformu yapmalıyız.

  • Risk yönetimini devlet politikası değil, bir kültür haline getirmeliyiz




Türkiye'nin Aktif Fay Hatları: Nerede, Ne Kadar Tehlike?

Türkiye, üç büyük aktif fay hattı üzerinde yer alanlar:​

  1. Kuzey Anadolu Fay Hattı (KAF): İstanbul'un yaklaşık 20 km güneyinden geçen bu fay hattı, 1999 Gölcük ve 1939 Erzincan depremleri gibi yıkıcı sarsıntılara neden olmuştur. (Vikipedi)

  2. Doğu Anadolu Fay Hattı (DAF): 2023'te Kahramanmaraş merkezli 7.8 büyüklüğündeki depremi tetikleyen bu fay hattı, Türkiye'nin güneydoğusunu etkiler. (ABC News)

  3. Batı Anadolu Fay Sistemi: Ege Bölgesi'nde yer alan bu sistem, sık sık orta şiddette depremlere yol açar.​

Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA), Türkiye'nin diri fay haritasını yayımlayarak riskli bölgeleri belirlemiştir. MTA

Kentsel dönüşüm sadece binaların yenilenmesi değil, zihniyetlerin de dönüşmesidir. Her evde bir acil durum çantası, her bireyde bir farkındalık haritası olmalı. Depremle yaşamayı öğrenmek, onunla yaşamayı kabullenmek değildir; onu hesaba katmaktır, onu ciddiye almaktır.

23 Nisan’da çocuklara bayram hediye eden bir millet, onlara güvenli bir gelecek borçludur. Bu borç; betonarme değil, vicdan temellidir.

Gelin, bu depremi sadece bir olay olarak değil, bir dönüm noktası olarak kabul edelim. Yeni bir farkındalığın miladı. Çünkü geleceği inşa etmek, sağlam temellere değil, sağlam düşüncelere dayanır.


İstanbul'da 2030 yılına kadar 7.0 büyüklüğünde veya daha büyük bir depremin olma ihtimalini %60 olarak belirtiyor. 

Yahoo ABD'li jeofizikçi Tom Parsons ise 2046 yılına kadar 7.2 büyüklüğünde bir depremin olasılığını %47 olarak ifade ediyor


Depreme Karşı Toplumsal Uyanış Serisi

1. Bölüm: Türkiye’nin Fay Hattı Gerçeği

  • Türkiye’nin aktif fay hatlarını görsel destekle anlat.

  • 1999 Marmara, 2023 Kahramanmaraş gibi örneklerle tarihsel tehlikeleri hatırlat.

  • “Risk nerede başlar, hazırlık nerede biter?” sorusunu sor.

2. Bölüm: Bilim Ne Diyor? – Deprem Tahmini Gerçek mi Miti mi?

  • Deprem tahmini üzerine yapılan bilimsel çalışmalar.

  • 7.0 üzeri beklenen sarsıntıların jeolojik temelini anlat.

  • Gerçeklerle hurafeleri birbirinden ayır.

3. Bölüm: Birey Ne Yapmalı? – Mikro Ölçekte Hazırlık Planı

  • Aile afet planı nasıl yapılır?

  • Deprem çantasında ne olmalı?

  • Günlük yaşamda bilinçli birey nasıl olunur?

4. Bölüm: Devlet, Belediye, Toplum: Kurumsal Koordinasyonun Önemi

  • AFAD, belediyeler ve STK’ların rolleri.

  • Kentsel dönüşümde öncelikler ne olmalı?

  • Toplumsal dayanışma kültürü nasıl inşa edilir?

5. Bölüm: Eğitim, İletişim ve Medya: Kriz Zamanlarında Bilinçli Yayıncılık

  • Çocuklara ve gençlere deprem nasıl anlatılmalı?

  • Sosyal medya bilgi kirliliğiyle nasıl mücadele etmeli?

  • Eğitim sistemine entegre edilecek afet bilinci modülleri.

bir ülke ancak uyanık bireylerin omuzlarında ayakta kalır. Deprem, sadece jeolojik bir gerçek değil; sosyal bir sorumluluktur.

Bir sonraki bölümde, “Deprem Tahminleri ve Bilimin Sınırları” başlığıyla gerçek ve hurafe arasında gidip gelen toplumsal söylemlere ışık tutacağız.

Kendi adıma konuşmam gerekirse:
Ben, 7 büyüklüğünde bir depremi "kader" diye açıklayan bir zihniyetle aynı masada oturmak istemiyorum.
Ve ben, bu ülkede fay hattının üzerinde değil, bilincin merkezinde bir hayat kurulabileceğine inanıyorum.


“Vatanı korumak çocuklarla başlar” dedik. O zaman o çocukları enkaz altından değil, güvenli binalardan büyüyen bir gelecekten izlemeliyiz.”


Bu yazı bir uyarı değil, bir davettir.

Mahallende afet gönüllüsü ol.
Çocuğuna deprem anı eğitimi ver.
Belediyeye baskı kur.
Konutunun risk raporunu al.
Ve bu yazıyı bir kişiye daha gönder. Çünkü farkındalık bulaşıcıdır.

👉 “Gerçeği bilmek, korkuyu azaltır. Hazırlıklı olmak, hayat kurtarır.”

23 Nisan Özel Makalesi;


Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak, onun miras bıraktığı öğretinin izini sürebilmek, sadece tarih kitaplarını okumakla mümkün değildir. O, bir çocuğa bayram hediye edecek kadar ileri görüşlü, bir ulusu çocukların geleceğine emanet edecek kadar vizyonerdi.

" 23 Nisan ——Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ——"

sadece bir takvim kutlaması değil, geleceği şekillendirme sorumluluğunun ifadesidir.

Ve bu sene, 2025’te, bu mirasa bakışımızı yeniden gözden geçirme zamanı geldi.

Çocukların 2025 Türkiye’si: 

1. Eğitimde Fırsat Eşitsizliği

Gelir düzeyi düşük ailelerin çocukları, kaliteli eğitime erişimde büyük zorluklar yaşıyor. Özel okullar ile devlet okulları arasındaki fark açılıyor.

2. Dijital Bağımlılık ve Bilgi Kirliliği

Tablet ve telefonlar çocuklar için oyun alanı olmaktan çıktı, bağımlılık ve yanlış bilgiye maruz kalma riski arttı.

3. Çocuk Haklarına Yönelik Tehditler

Çocukların sömürülmesi, istismar edilmesi hâlâ günümüzde yaygın bir sorun. Hukuki koruma sistemleri yetersiz kalabiliyor.

4. Psikolojik Dayanıklılık ve Ruh Sağlığı

Pandemi sonrası dönemde anksiyete, depresyon gibi sorunlar erken yaşlarda görülmeye başlandı.

5. Güvenli Oyun ve Sosyal Alan Erişimi

Kentsel dönüşüm projeleri çoğu zaman çocukların oyun alanlarını yok ediyor. Güvenli park ve bahçelere erişim sınırlı.

6. Beslenme ve Fiziksel Gelişim Sorunları

Dengesiz beslenme, yetersiz fiziksel aktivite ve obezite çocuk sağlığını tehdit ediyor.

7. Erken Yaşta İşçileşme

Bazı bölgelerde çocuklar hâlâ aile ekonomisine katkı sağlamak için erken yaşta çalışmak zorunda kalıyor.

8. Aile İçi Şiddet ve Koruyucu Mekanizmaların Zayıflığı

Şiddet gören çocuklar çoğu zaman devletin radarına takılamıyor, korunmaları yetersiz kalıyor.

9. Engelli Çocukların Erişim Sorunları

Okulların ve kamusal alanların büyük kısmı hâlâ engelli çocuklar için erişilebilir değil.

10. Kültürel ve Sanatsal Gelişime Erişim Eksikliği

Kütüphane, tiyatro, sanat atölyesi gibi kaynaklara ulaşım sınırlı; bu da çocukların hayal gücünü ve yaratıcılığını sınırlıyor.

11. Medyada Çocuk Temsili ve Etik Sorunlar

Medya çocukları ya nesneleştiriyor ya da yanlış örneklerle sunuyor. Bu durum, kimlik gelişimlerini etkiliyor.

12. İklim Krizi ve Çocukların Geleceği

İklim değişikliği çocuklar üzerinde uzun vadeli sağlık ve çevresel tehditler oluşturuyor.

13. Kırsalda Eğitim ve Teknolojiye Erişim Zorluğu

Taşımalı eğitim, internet altyapısı eksikliği ve öğretmen yetersizliği kırsaldaki çocukların eğitimde geri kalmasına neden oluyor.

14. Göçmen ve Mülteci Çocukların Entegrasyonu

Bu çocuklar okulda dışlanma ve ayrımcılıkla karşı karşıya. Entegrasyon süreci zayıf.

15. Çocukların Hukuki Koruma Mekanizmalarındaki Eksiklik

Çocuk mahkemeleri, sosyal hizmet birimleri gibi koruyucu sistemlerin sayısı ve etkinliği yetersiz.

16. Akran Zorbalığı ve Okul İklimi Sorunları

Siber zorbalık, fiziksel ve psikolojik şiddet artıyor; okul ortamı güvenli bir öğrenme alanı olmaktan uzaklaşıyor.

17. Erken Yaşta Cinsiyet Kalıpları ve Toplumsal Roller

Toplum, kız ve erkek çocuklara farklı roller biçiyor; bu da potansiyellerini sınırlıyor.

18. Çocukların Bilim ve Teknolojiye Katılımının Sınırlılığı

Kodlama, robotik, STEM gibi alanlara erişim çoğu zaman sadece belirli bölgelerdeki çocuklara sunulabiliyor.

19. Çocuk Dostu Kent Politikalarının Yetersizliği

Kent planlaması çocukları yeterince hesaba katmıyor. Trafik, hava kirliliği ve plansızlık, çocukların yaşam kalitesini düşürüyor.

20. Kriz Dönemlerinde (Salgın, Deprem vb.) Çocukların İkincil Mağduriyeti

Afetlerde çocuklar hem fiziksel hem psikolojik olarak ağır etkileniyor ve uzun vadeli destek mekanizmaları yetersiz kalıyor.


 Çocukları Nasıl Koruyacağız?

Çocukları korumak, geleceği korumaktır. Vatan, çocukların yüreğinde şekillenir. O yüzden ilk görevimiz onları korumak olmalıdır.

► Ulusal Çocuk Stratejisi Geliştirilmeli

Devlet politikalarının merkezine çocuk hakları yerleştirilmeli. Tüm kurumlar ortak hedefle çalışmalı.

► Eğitimde Şartları Eşitlikçi Hale Getirmek

Kırsal ve şehir farkı kaldırılmalı, her çocuk eşit nitelikte eğitime ulaşabilmeli.

► Dijital Okuryazarlık ve Bilinçli Kullanım

Çocuklara dijital okur-yazarlık eğitimi verilerek ekran karşısında geçirdikleri zaman kontrol altına alınmalı.

► Çocuk Katılımını Kurumsallaştırmak

Belediyeler ve kamu kurumlarında çocuk meclisleri, çocuk görüşleri alınacak alanlar oluşturulmalı.

► Psikolojik Destek ve Rehberlik Sistemi

Her okulda tam zamanlı psikolojik danışman bulunmalı, çocukların duygusal gelişimleri takip edilmeli.

► Oyun, Sosyalleşme ve Fiziksel Gelişim

Her mahallede güvenli çocuk parkları, spor alanları kurulmalı. Hareketli yaşam teşvik edilmeli.

► Sağlıklı Beslenme ve Fiziksel Gelişim Takibi

Okullarda ücretsiz sağlıklı öğünler sunulmalı, beslenme uzmanları çocukları izlemeli.

► Erken Yaşta İşçiliğin Önlenmesi

Denetimler sıklaştırılmalı, çocuk işçiliği sıfırlanmalı. Ailelere destek sunulmalı.

► Engelli Çocuklar İçin Erişilebilirlik

Tüm eğitim ve sosyal yaşam alanları engelli çocuklar için uygun hale getirilmeli.

► Kültürel ve Sanatsal Haklara Erişim

Tiyatro, müze, kütüphane gibi alanlara erişim teşvik edilmeli. Mobil kültür araçları geliştirilmelidir.


Bir Slogan, Bir Davet: 

Bu sadece bir günün değerini anlatan söz değil; bu bir rota, bir sorumluluk manifestosudur. Eğer ki biz bu çocuklara sahip çıkmazsak, sadece bugünü değil, yarını da kaybederiz.

Vatan sevgisi, bir toprak parçasından öte, o toprakta büyüyen çocukların umuduna sahip çıkmaktır.

23 Nisan’ı kutlamak, sadece bayrak sallamakla olmaz. Asıl kutlama, bir çocuğa dokunduğunda, onu duyduğunda, ona gelecekte yer açtığında başlar.

Bugün ve her gün, şu söz rehberimiz olsun:

"Vatanı korumak çocuklarla başlar."


Her yazı bir çağrıdır. Bu yazı bir sorumluluğa çağrıdır. Çocuklara, geleceğe, vatana dair.




5 Adımda Dijital Gürültüde Kendine Dönmenin Rehberi

1. Dijital Detoksla Başla

Haftanın bir günü, birkaç saatliğine tüm dijital cihazlardan uzaklaş. Bu süre boyunca ekranlara değil, kendi içine bak. Sessizliği dinle. Düşüncelerini bastırma, akmasına izin ver.

Gerçek ses, dijital sessizlikte duyulur.


2. Gündemini Değil, Gerçeğini Sorgula

Bugün seni en çok ne meşgul ediyor?
Bu konu gerçekten sana mı ait, yoksa sana dayatılmış bir dikkat oyunu mu?
Her gün düşündüğün üç konuyu yaz. Sonra kendine şunu sor:

“Bunlar gerçekten benim değer dünyamı temsil ediyor mu?”


3. Kendi Savaşçılarını Belirle

Kimi örnek alıyorsun?
Tarihten, edebiyattan, düşünce tarihinden seni etkileyen 3 kişiyi yaz.
Neden onları seçtiğini kendine açıkla.
Onların hangi yönlerini hayatına taşıyabileceğini düşün.

Rol model, pusulanın ilk kutbudur.


4. Günlük Tut, Fikirlerini Sabitle

Her gün yalnızca 5 dakikalığına otur ve şunu yaz:
Bugün ne hissettim, ne düşündüm, neyi değiştirmek istiyorum?
Bu satırlar zamanla bir yön çizgisine dönüşecek.

Söz uçar, yazı yön çizer.


5. Bir İlke Belirle, Ona Sadık Kal

Hayatında seni taşıyacak bir cümle seç. Bu bir özdeyiş, bir dua ya da kendi ürettiğin bir ilke olabilir.
Örneğin:

  • “Ben kolay olanı değil, doğru olanı seçerim.”

  • “Düşünmeden yaşamam, yaşamadan düşünmem.”
    Bu cümle, pusulanın merkezidir. Her yön kaybında sana geri dönmeyi öğretir.


 Son Söz

Bu kılavuz; büyük bir dönüşümün değil, sağlam bir başlangıcın adımlarıdır.
Yola çıkmak için tüm haritayı bilmek zorunda değilsin.
Bazen yalnızca bir adım, gerisini getirir.

Salı, Nisan 22

Dijital Kargaşada Yolunu Kaybedenler İçin Bir Yön Haritası

 Kaybolan değerlere karşı bir duruş, sessiz kalan kalabalıklara karşı bir ses.


Her sabah uyandığımızda ilk yaptığımız şey telefona bakmaksa, artık yönümüzü değil sadece ekran parlaklığını takip ediyoruz demektir.

Bu yazıyı yazma nedenim çok basit: Artık insanlar kendini, yönünü ve aidiyet duygusunu kaybediyor. Zihinler yorgun, kalpler suskun. Dijital dünya hızla akarken, biz geride kalan anlamları unutuyoruz. Fikirlerimin İzinde bu yazıda, bu kaybolmuşluk içinde bir harita çizmeye çalışıyorum. Bir yön duygusu, bir çıkış yolu, belki de sessiz bir başkaldırı...

Çünkü kaybolduğumuz yer, sadece internet değil.

Bugün dijital dünyada var olmak için sürekli görünür olmak zorundayız. Görünmez olan düşünceler, sorgulamalar ya da ideal arayışları geri planda kalıyor. Takipçi sayısı, içsel derinliğin yerini aldı. Herkes bir şey söylüyor ama kimse bir yere varmıyor. Gündemler geçici, değerler silik, kalıcı olan neredeyse hiçbir şey yok.

Bir yazar olarak değil, düşünen bir insan olarak şunu sormak istiyorum:
“Nereye gidiyoruz?”

Bir harita çizeceksek, önce geçmişe bakmalıyız.

Yön bulmak için önce pusulamızın kalibrasyonunu doğru yapmalıyız. Bu yüzden tarihe dönüyorum.

  • Alparslan, Malazgirt’te sadece toprak kazanmadı, bir medeniyetin yönünü çizdi.

  • Fatih Sultan Mehmet, bir çağ kapatıp yeni bir çağ açtı; ama asıl başarısı İstanbul’u fethetmeden önce kendi iç dünyasını fethetmesiydi.

  • Mustafa Kemal Atatürk, savaş meydanlarında değil, zihinlerde kurduğu bağımsızlık fikriyle devrim yaptı.

  • Miyamoto Musashi, kılıcı bırakıp kalemi seçtiğinde bile savaşmaya devam ediyordu.

Onlar birer liderdi, ama hepsinin ortak noktası inanç, ideal ve irade sahibi olmalarıydı. Bizim bugün en çok ihtiyacımız olan da bu üç unsur.

Dijital dünyada yönünü kaybedenlere…

Bugün yönsüzlük, sadece bir coğrafi kaybolmuşluk değil. Zihinsel bir dağınıklık, ruhsal bir boşluk. Her şeyi biliyor gibi yapıyoruz ama hiçbir şeyin anlamını sorgulamıyoruz. Her şeye sahibiz ama hiçbir şeye ait değiliz.

Bu yazı bir çağrı:
Kendine dön.
Kendini dinle.
Yolunu yeniden çiz.

Peki ne yapmalı?

  • Öncelikle “neye inanıyorum?” sorusunu sormalıyız.

  • Hangi değerleri savunuyorum, hangi fikirlerin peşindeyim?

  • Kimden ilham alıyorum, kimi örnek alıyorum?

  • Kimin yolundan gidiyorum, neden?

Bu sorulara içtenlikle verilen cevaplar, kişisel pusulamızı oluşturur.

Bir önerim var:

Haftada bir gün ekranlardan uzak dur.
Sessiz kal.
Okuma yap.
Kendinle baş başa kal.
Ve o sessizlikte gerçek pusulanın sesini duymaya çalış.

Sonuç olarak...

Bu yazı, kaybolanlara bir harita, unutulanlara bir hatırlatma, sessiz kalanlara bir ses olma niyetindedir.
Belki çok şeyi değiştiremez ama bir kişiyi bile düşündürüyorsa, bu yazı amacına ulaşmıştır.

Unutma; yol her zaman açıktır ama yürüyen kalmadıysa haritaların bir anlamı kalmaz. O yüzden önce sen yürü. Yol da kendini gösterecektir.

Pazar, Nisan 20

İçsel Disiplin İçin 5 Pratik Yöntem

 Bir sessizlik devrimcisinin notları

“İnsan, kendini yönetemediği sürece hiçbir şeye liderlik edemez.”


1. Günlük Sessizlik Seansları Belirle

Her gün 15 ila 30 dakika arası bilinçli sessizlik pratiği oluştur.
Bu sürede:

  • Tüm dijital cihazları kapat.

  • Konuşma, yazma, dinleme... hiçbir şey yapma.

  • Sadece düşün. Ya da sadece gözlemle.

Bu uygulama, zihinsel dağınıklığı toparlamak ve karar alma mekanizmalarını netleştirmek için birebirdir. Harvard Business Review’ın bir araştırmasına göre, günde 15 dakikalık sessiz düşünce, liderlik reflekslerini %23 oranında artırıyor.


2. “Zihinsel Temizlik” Ritüeli Uygula

İçsel disiplin, zihinsel netlikle başlar.
Haftada 1 gün (örneğin Pazar sabahları), kendine şu 3 soruyu sor:

  • Bu hafta bana ağırlık yapan düşünceler nelerdi?

  • Geriye dönüp baktığımda gereksiz enerji harcadığım konular neydi?

  • Bu hafta kendim için ne yaptım?

Bu sorular, seni içsel özeleştiriyle yüzleştirir ve özfarkındalığı artırır. Not alırsan etkisi katlanır.


3. Bilinçli Yalnızlık Pratikleri Geliştir

Yalnızlık çoğu zaman kaçılan bir durumdur. Ama içsel disiplin için bu alanı yapılandırmak gerekir.

  • Tek başına sinemaya git.

  • Bir kahve al ve telefon kullanmadan 1 saat otur.

  • Sessiz bir sokakta yürüyüşe çık.

Bu tür eylemler seni “bağlı olmadığın hâlde var olabilmenin gücüyle” tanıştırır. Bu, zihinsel bağımsızlığın temelidir.


4. “Gürültü Diyeti” Uygula

Haftada en az 1 gün “bilgi detoksu” yap.
Bu şu demek:

  • Haber okumamak

  • Sosyal medya kullanmamak

  • Bildirimleri kapatmak

  • Zihni tırmalayan içeriklerden uzak durmak

Bu, zihinsel sistemi resetlemek ve farkındalığı tazelemek için şart. Gürültüsüz geçen bir gün, seni içsel rehberliğine daha çok yaklaştırır.


5. Kendine Küçük Sözler Ver ve Tut

Disiplin, büyük planlardan çok küçük verilen sözleri tutmakla inşa edilir. Örneğin:

  • “Bu hafta 2 gün erken kalkacağım.”

  • “Bugün hiçbir şey hakkında şikayet etmeyeceğim.”

  • “Bu sabah sadece 1 sayfa kitap okuyacağım.”

Tutulan sözler, özsaygıyı artırır. Ve özsaygısı güçlü birey, başkalarına da örnek olur. Böylece içsel disiplin dışsal liderliğe dönüşür.


Kapanış Notu: Disiplinli Olmak Sert Olmak Değil, Net Olmaktır

İçsel disiplin, bir baskı rejimi değil; özgürlükle çerçevelenmiş bir netlik halidir.
Türkiye gibi dinamik, inişli çıkışlı bir coğrafyada fikir sahibi birey olmanın yolu; kendi iç dengesini sağlamaktan geçiyor.

Ve bu denge, dışarıda değil; sessizliğin içinde saklı.
O yüzden: Bugün bir karar ver. Sessizlikten kaçma. Ona yaklaş.


“Sesiyle değil, sessizliğiyle yön verenlerin devri gelecek.”
Fikirlerimin İzinde


İstersen bu yazıyı PDF olarak hazırlayabilir, sosyal medya uyumlu kısa versiyonlarını çıkarabilir ya da bu temayı bir 3 yazılık mini seri haline dönüştürebiliriz.
Örneğin:

  1. Sessizlik Devrimi (felsefi ve kişisel yön)

  2. İçsel Disiplin Pratikleri (yukarıdaki gibi)

  3. Sessizliğin Liderlikteki Rolü (vizyoner liderlik odağında)

Sessizlik Devrimi: İçsel Disiplinle Var Olmak

 

“Kendinle baş başa kalamıyorsan, kalabalığın arasında kaybolmayı seçmişsindir.”
Ben, kendi defterime not almışım bir gece. Tarih yok, ama sessizlik var.


Gürültünün İçinde Sessizliği Seçmek

Bugünün dünyasında sessizlik bir eksiklik gibi algılanıyor. Telefonun çalmıyorsa, bildirim gelmiyorsa, birileri seni sormuyorsa… “yoksun” sanılıyor. Oysa ben, tam aksine, sessiz kaldıkça daha çok var olduğumu fark ettim. İçsel disiplinin gerçek anlamını da o sessizlik anlarında keşfettim.

Bir dönem —ki her şeyin üst üste geldiği, hem zihinsel hem fiziksel olarak yoğun olduğum bir zaman dilimiydi— sosyal çevremin, iş hayatımın, hatta ailemin beklentilerinden uzaklaşıp içsel bir inzivaya çekilmek zorunda kaldım. Bu bir lüks değil, bir zorunluluktu. Ve bu dönüşüm sürecine ben kendi içimde “sessizlik devrimi” adını verdim.


Sessizlik Bir Kaçış Değil, Bir Yöntemdir

Sessizlik, çoğu zaman yanlış anlaşılır. Toplumumuzda özellikle erkek bireylerin “içine kapanması” çoğu zaman “sorun” olarak görülür. Oysa ben, Platon’un “düşünmeyen yaşam, yaşanmaya değmez” sözüne sadık kalarak, sessizliğe sığındım. Gürültüyle beslenen dış dünyadan uzaklaştıkça, içerideki dünyamın sesini daha net duymaya başladım.

Bu süreçte okuduğum bir kitap bana mihenk taşı oldu: Ryan Holiday - “Stillness is the Key” (Sükûnet Anahtardır). Kitapta Holiday, modern insanın dikkatinin nasıl dağıldığını ve içsel sessizlikle nasıl gerçek performansa ulaşabileceğini anlatıyor. “Hareketin içinde sabit kalmak” fikri, beni derinden etkiledi. Zira Türkiye gibi sürekli değişim ve çalkantılarla yoğrulan bir coğrafyada, bu sabitlik ancak içsel disiplinle mümkün olabiliyor.


İçsel Disiplin: Sessizliğin Kardeşi

İçsel disiplin benim için erken kalkmak, çok çalışmak, her detayı kontrol etmek anlamına gelmiyor. Daha çok karar verirken kendimi dinlemek, gündelik hayatın yükünden sıyrılmak için bilinçli olarak yavaşlamak demek.

Bir dönem, sabahları kahvemi alıp, telefonumu tamamen kapatarak, sadece bir defter ve kalemle gözümün önünden geçen düşünceleri yazmak gibi bir alışkanlık edindim. Bu ritüel, zamanla düşüncelerimin daha berrak, kararlarımın daha sağlam hale gelmesini sağladı.

Bu bana, Marcus Aurelius’un “Kendine Zaman Ayır” çağrısını hatırlatıyor. Stoacı düşüncenin bu yönü Türkiye’de ne yazık ki hâlâ yeterince anlaşılmış değil. Oysa biz de Anadolu bilgesinden bu fikrin izlerini görebiliriz. Mesela Yunus Emre’nin şu dizeleri sessizliğin gücünü çok sade ama vurucu bir şekilde özetliyor:

“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı,
Bal ile yağ ede bir söz.”

Fakat bazen o sözü bile yutmaktır maharet. Sessiz kalmak, sabretmek, izlemek ve zamanı geldiğinde doğru noktaya temas etmek… İşte o noktada sessizlik devrim olur.


Türkiye’de Sessizlik Lüks mü?

Bu coğrafyada ne yazık ki sessizlik, çoğu zaman yalnızlıkla, güçsüzlükle ya da dışlanmayla karıştırılır. Oysa içsel disipline sahip olmak demek, yalnız kalmaktan korkmamak demek. Kendini tanımadan, kendini yönetmeden, hiçbir şeyi dönüştüremezsin. Ne bir toplumu, ne bir şirketi, ne de bir aileyi.

Ben bu topraklarda doğdum, büyüdüm, mücadele ettim. Sessizlik, bana hiçbir zaman kendiliğinden sunulmadı. Ama onu inşa ettim. Ve bugün, dış dünyanın karmaşasına rağmen iç dünyamda düzeni sağlamak için her gün yeniden bu devrimi yapıyorum.


Sonuç: Sessizliği Seçmek Cesaret İster

Bu yazının sonunda şunu söyleyebilirim: Sessizlik zayıflık değil, özgüvenin sesidir. İçsel disiplin ise o sessizliğe anlam katan pratiklerin bütünüdür. Türkiye’de yaşarken bu yolu seçmek belki kolay değil ama kesinlikle değerlidir.

Eğer bir gün her şey çok fazlaysa, her şey üzerinize geliyorsa… bir an durun. Sessizliği seçin. Sadece 15 dakika bile yeterli olabilir. O anda, devrim başlamış olur.


“Gürültü kalabalığın zaferidir. Sessizlik ise yalnızların direnişi.”

Salı, Nisan 15

Düşüncelerimin İzinde: Zihinsel Derinlik ve Fikrin Evrimi – Bölüm 2


"Bir fikir, zihninin sınırlarında filizlenmeye başladığında; ya seni dönüştürür ya da seni tüketir. Tercih senin değil, duruşundur."

Bir düşünceyle başlar her şey. Bazen bir kelimeyle, bazen bir sessizlikle. Dışarıdan bakıldığında sıradan görünen anlar, içimizde yankılanan sorgulamalarla birer devrime dönüşebilir. İşte tam da bu noktada “Fikirlerimin İzinde” bir yazı dizisinden daha fazlasına evrilmeye başlıyor: kişisel bir manifestoya, bir zihinsel devinime, bir farkındalık çağrısına.


Zihinsel Yolculuğun Haritası

Hayat, bize her gün yeni sorular yönelten bir sınav kağıdı gibi. Ancak bu soruların doğru cevabı çoğu zaman dış dünyada değil, içimizde gizli. Kendini anlamadan bir düşünceyi kurmak, temeli olmayan bir yapıyı inşa etmeye benzer. Bu yüzden bu bölümde, kendini anlama ve düşünsel bütünlüğe ulaşma meselesini merkeze alıyorum.

Bir düşünceyi sahiplenmek, sadece onunla hemfikir olmak değil, aynı zamanda o fikrin taşıdığı sorumluluğu da omuzlamaktır. Bugün savunduğumuz bir fikir, yarının eylemine dönüşecekse, onun altyapısını sağlam kurmak zorundayız. Benim için bu süreç; sadece ne düşündüğümü değil, neden düşündüğümü de sormayı gerektiriyor.


Fikrin Disiplini: Kafanın Dağınıklığını Düzenlemek

Düşünmek cesaret ister. Çünkü zihinsel konfor alanından çıkmak, sorgulamak ve kendi doğrularını çırılçıplak görmek, her zaman kolay değildir. Ancak bir fikir sahibi olmak istiyorsak, önce zihin dağınıklığımızı düzene sokmalıyız. Bunu yaparken sadece kendi iç sesimizi değil, dünyayı da dinlemeliyiz. Tarihi okumak, felsefi tartışmaları takip etmek, psikolojik katmanları çözümlemek bu yüzden önemlidir.

📚 Kitap önerileri:

  • Viktor E. Frankl – "İnsanın Anlam Arayışı": Anlamın varoluşla ilişkisini kurarak bireyin ruhsal dayanıklılığını keşfetmeye yönelik eşsiz bir başyapıt.

  • Albert Camus – "Sisifos Söyleni": Anlam arayışı içinde absürtlüğü ve insanın trajik direnişini felsefi derinlikle işler.

  • Mina Urgan – "Bir Dinazorun Anıları": Zihinsel özgürlük, entelektüel cesaret ve yaşamla yüzleşmenin zarif bir anlatımı.

“Hiçbir harita, kendi iç yolculuğun kadar detaylı olamaz.”


İdeolojik Netlik, Duygusal Yumuşaklık

Kafamızda her şey net olmayabilir ama omurgalı olmak, bir düşünce sistemine sahip olmak başka bir şeydir. Fikirlerimin İzinde’de ben yalnızca “anlatmıyorum”; tutum sergiliyorum, yerimi belirliyorum, duruş geliştiriyorum.

Benim ideolojik manifestom şudur:

  • Düşünce, konfor alanının dışında gelişir.

  • İçsel keşif, bireysel devrimdir.

  • Paylaşılan her fikir, çoğalır ve derinleşir.

  • Zihin netliği, hayatı sadeleştirir.

Kendini tanımadan toplumu, toplumu anlamadan dünyayı çözümleyemezsin. Ve bu zincir, yazıyla, kelimeyle, anlamla örülür. Fikirlerimin İzinde, sadece bir yazarın iç sesi değil; kendini arayanların, fikir üretmek isteyenlerin, zihinsel yorgunluğa meydan okuyanların buluşma noktasıdır.


Her Yazı Bir İz, Her İz Bir Adım

Bu yolculukta her bölüm, bir zihinsel derinlik kazandırmalı. Sıradaki adımda; “Fikir üretmenin yalnızlığı, zihinsel kalabalık ve sessizlik” konusunu merkeze alacağım. Çünkü düşünce üretmenin bedeli vardır. Yalnızlıktır, dışlanmaktır bazen. Ama aynı zamanda da dönüşümün, yeniden doğuşun kendisidir.

📍 Bir sonraki yazı:
Düşüncenin Yalnızlığı: Sessizliğin İçindeki Kalabalık – Bölüm 3

“Gerçek düşünceler, çoğunlukla yalnızlıkta filizlenir; ama yankısını bulan her zihin, onu büyütür.”

Online Mülakatlarda Beden Dili, Konuşma Tarzı ve Ses Tonu: Görünmeyeni Görünür Kılmak

 

“Kendini iyi ifade eden insanlar; yalnızca ne söylediklerini değil, nasıl söylediklerini de bilirler.”

Pandemiyle hayatımıza giren çevrim içi mülakatlar, bugün artık bir "alternatif" değil, yeni norm. Bu yeni düzlemde, karşımızdaki kişiye “ben buradayım” diyebilmenin yolu sadece kelimelerden geçmiyor. Görünmeyeni göstermek, hissedilmeyeni hissettirmek gerekiyor. İşte burada beden dili, konuşma tarzı, davranış ve ses tonu devreye giriyor.

1. Kamerada Görünenden Fazlası: Beden Dili

İlk online mülakat deneyimimde, beden dilimin gücünü fark ettiğim an, sessizliğin konuşmaya başladığı andı. Görüşmeci bir süre notlarına daldı. Ben ise ellerimi dizimde sabit tutmuş, omuzlarımı geride, başımı hafifçe öne eğmiştim. Ekranda belki çok az şey görünüyor olabilir ama dik duruşum, göz temasını korumam, “ben hazırım” mesajını verdi.

Uygulama:

  • Göz hizasında bir kamera yerleşimi.

  • Sadece yüz değil, omuzdan itibaren kadraja girmek.

  • Hafif gülümseme ve baş hareketleriyle dinlediğini göstermek.

  • Eller görünmese bile, jestleri içten yapmak (bu hissediliyor).

Not: Amy Cuddy'nin "Senden Güçlü Versiyonun" kitabı, bu konuda bir başyapıt. “Güç pozları”nın online versiyonlarını çalışmak, özgüveni karşıya yansıtır.

2. Konuşma Tarzı: Ne Söylediğinden Önce Nasıl Söylediğin Önemli

Online mülakatlarda zaman kısıtlı, dikkat sınırlı. O yüzden lafı dolandırmak değil, yapılandırmak gerek. Şöyle yapıyorum: STAR tekniğini (Situation - Task - Action - Result) içselleştirdim. Her deneyimimi bu çerçevede anlatıyorum.

Örnek: “Pandeminin ilk ayında ekip motivasyonu çok düşüktü (S). Takım lideri olarak bu süreci tersine çevirmek benim görevimdi (T). Her sabah 10 dakikalık kahve toplantıları başlattım (A). Üç hafta içinde iç iletişim skorumuz %42 arttı (R).”

İpuçları:

  • Kısa cümlelerle, net anlatım.

  • Gereksiz jargonlardan kaçın, ama sektörel terimlere hakim ol.

  • Tutkulu ama sade konuş.

3. Davranış: Profesyonel Ama Donuk Olmayan Bir Tutum

Online görüşmelerde “robotik” değil “hazırlıklı” görünmelisin. Sadece teknik donanım değil, zihinsel duruş da önemli. Görüşme öncesinde bir 5 dakika sessizlik pratiği yapıyorum. Düşüncelerimi toparlıyorum. Çayımı koyuyorum. Arka planım sade. Zoom'daki sanal kütüphane değil, gerçek bir raf kullanıyorum.

Dikkat etmen gerekenler:

  • Karşındaki kişiye isimle hitap et.

  • Not alırken göz temasını kaybetme.

  • Cevap verdikten sonra “Yeterli oldu mu, devam edebilirim isterseniz.” gibi açık uçlu bırak.

4. Ses Tonu: Sesin Karakterin Olur

Online görüşmelerde ses, fiziksel varlığın yerini alır. Sadece ne söylediğin değil, nasıl seslendirdiğin önemlidir.

*“Kararlılık”, sesin netliğinde…
*“Tutku”, vurgularında…
“Denge”, nefes alışverişinde gizlidir.

Ses tonunu etkili kullanmak için:

  • Öncesinde sesini kaydedip dinle.

  • Cümle sonlarında düşmeyen bir tonla güven ver.

  • Nefes çalışmaları yap (Öneri: James Nestor – “Nefes” kitabı)

5. Bonus: Online Mülakat Simülasyonu Yaptır

Ben bunu bir arkadaşım sayesinde keşfettim. Haftada bir, 15 dakikalık mock interview seansları. Kamera açılıyor, CV elimde, senaryo başlıyor. Bazen ciddi bir mentor, bazen zorlu bir İK gibi davranıyor. Gerçek mülakatlara 10 adım önde girdiğimi hissettim.


Sonuç: Online Görüşmelerde “Görünmeyeni Yönet”

Online mülakatlarda beden dili, konuşma, davranış ve ses tonu bir bütünlük oluşturur. Bunların her biri, tek başına değil birlikte etki yaratır. Unutma, sadece işi alan değil, kendini doğru anlatan da kazanır.

Tavsiye Kitaplar:

  • Senden Güçlü Versiyonun – Amy Cuddy

  • Nefes – James Nestor

  • Sessiz Güç – Susan Cain (özellikle içedönükler için altın değerinde)

  • Görüşmeciyi Etkilemenin Bilimsel Yolları – Vanessa Van Edwards

Blog Sonu Notu:

Unutmayın, önce kendinize saygı duyarsanız, başkaları sizi ciddiye alır.

Cumartesi, Nisan 5

Kariyerinizde Hedef Belirleme: Kısa, Orta ve Uzun Vadeli Stratejiler

 Kariyer yolculuğunda belirlediğiniz hedefler, sizi başarıya ve tatmin edici bir kariyere götüren pusuladır. Benim için kariyerim boyunca hedef belirleme süreci, sürekli bir gelişim ve değişim yolculuğu olmuştur. Hedeflerim, zaman içinde şekillendi, yenilendi ve her aşamada kendimi daha net tanımama yardımcı oldu. Bu yazımda, kariyerimde hedef belirleme sürecimi nasıl yönetebileceğimi keşfettiğim, kısa, orta ve uzun vadeli stratejileri paylaşacağım. Bu stratejiler sadece teorik değil, aynı zamanda yaşamımdan örneklerle de şekillendi.

1. Kısa Vadeli Hedefler: Günlük ve Haftalık Odaklar

Kariyerimde ilk başlarda hedef belirlerken çok büyük ve belirsiz hedefler koyuyordum. Ancak zamanla fark ettim ki, kısa vadeli hedefler – günlük ya da haftalık bazda – daha somut ve uygulanabilir sonuçlar veriyor. Bu, hem motivasyonumu arttırdı hem de daha verimli çalışmamı sağladı. Mesela bir dönem freelance blog yazarlığı yapıyordum. O dönemde, her hafta belirli sayıda yazı yazmayı kendime hedef koydum. Bu küçük ama sürekli adımlar, beni büyük hedefime, daha büyük bir yazı platformunda düzenli olarak yazmaya götürdü.

Atomic Habits (Küçük Alışkanlıkların Gücü) kitabında James Clear, "Küçük değişiklikler büyük sonuçlar doğurur" diyor. Clear’ın bu tespiti, kısa vadeli hedeflerin önemini çok net bir şekilde anlatıyor. Küçük, günlük veya haftalık hedeflerle başlamak, uzun vadede büyük başarılara dönüşebilecek bir temel oluşturur. Bu strateji, başlangıçta size daha ulaşılabilir ve odaklanmış bir yol haritası sunar.

Çözüm: Kısa vadeli hedeflerinizi belirlerken, bunları her gün ya da hafta içinde yapabileceğiniz somut adımlara dönüştürün. Örneğin, "Bu hafta 5 blog yazısı yazacağım" gibi ölçülebilir ve ulaşılabilir hedefler koyarak, her adımda ilerlediğinizi görmek sizi motive edecektir.

2. Orta Vadeli Hedefler: Yıl Sonu ve Kariyer Gelişimi

Orta vadeli hedefler, kariyerimin gelişimi açısından kritik bir rol oynadı. Her yıl başında, o yıl için kariyerimde nereye gitmek istediğimi belirlerdim. Örneğin, bir yıl freelance işlerimle ilgili daha fazla portföy oluşturmayı hedeflemiştim. Bu hedefe ulaşmak için, yıl boyunca işbirlikleri kurarak daha büyük projelerde yer aldım ve zaman içinde kendimi geliştirdim. Bir yandan da, hem teknik becerilerimi hem de pazarlama stratejilerimi öğrenmeye başladım. Sonuçta, yıl sonuna kadar hedefime ulaştım ve freelance yazarlık kariyerim önemli bir adım daha ileriye gitmiş oldu.

The 7 Habits of Highly Effective People (Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı) kitabında Stephen R. Covey, "Hedef belirlerken, yalnızca ulaşılabilir adımlar değil, bu hedeflerin sizin değerlerinizle nasıl uyumlu olduğuna da dikkat etmelisiniz" diyor. Covey’nin bu öğüdü, orta vadeli hedeflerimi belirlerken bana rehberlik etti. Yıl sonu hedeflerimde yalnızca sonuçlara odaklanmak yerine, bu hedeflerin benim profesyonel gelişimime nasıl katkı sağlayacağını da göz önünde bulundurmak çok önemliydi.

Çözüm: Orta vadeli hedeflerinizde, bir yıl boyunca hangi becerileri geliştirmek istediğinize, hangi projelerde yer almak istediğinize ve ne tür gelişimler elde etmek istediğinize odaklanın. Bu hedefler sizi daha büyük kariyer hedeflerinize doğru adım adım ilerletecektir.

3. Uzun Vadeli Hedefler: Kariyerin Nihai Yönü

Uzun vadeli hedefler, kariyerimin nihai yönünü belirlemek için en kritik hedeflerdir. Bu hedefler genellikle birkaç yıl sonrasına odaklanır ve çok daha büyük vizyonlar içerir. Benim uzun vadeli hedefim, yıllarca freelance çalıştıktan sonra, bir yazarlık ajansı kurmak oldu. İlk başta bu hedef biraz soyut ve ulaşılması güç görünüyordu, ancak zamanla belirlediğim kısa ve orta vadeli hedefler, bana bu büyük hedefi gerçekleştirmek için gerekli becerileri kazandırdı. Gerek iş ortaklıkları kurarak, gerekse yazarlar ve müşterilerle güçlü ilişkiler geliştirerek bu uzun vadeli hedefime bir adım daha yaklaşmış oldum.

Grit (Azim) kitabında Angela Duckworth, “Başarı, uzun vadeli hedeflere olan bağlılıkla ve sürekli çaba göstererek elde edilir” diyor. Duckworth'un bu sözü, uzun vadeli hedeflere ulaşma sürecinde beni çok etkiledi. Gerçekten de, büyük hedeflere ulaşmak zaman alabilir, ama bu süreç boyunca azimle ilerlemek ve küçük adımlar atmak, nihayetinde başarıyı getiriyor.

Çözüm: Uzun vadeli hedeflerinizi belirlerken, bu hedeflerin gerçekten sizi ne şekilde tatmin edeceğine ve hangi kariyer yolunda ilerleyeceğinize karar verin. Bu hedefleriniz büyük ve uzun vadeli olsa da, her aşamada adım atmak için kısa ve orta vadeli hedeflere de odaklanın.

Hedef Belirlerken Zihinsel Hazırlık

Hedef belirlerken, sadece strateji değil, zihinsel hazırlık da büyük önem taşıyor. Benim deneyimimden şunu söyleyebilirim ki, hedef belirlerken bazen yolun uzun ve zor olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Başlangıçta her şeyin mükemmel gitmeyeceğini bilmek, sürecin içinde kendinizi kaybetmemenize yardımcı olur.

Mindset (Zihniyet) kitabında Carol Dweck, "Başarı, sabır ve sürekli öğrenme ile elde edilir, bu yüzden başarısızlıkları birer öğrenme fırsatı olarak görmek gerekir" diyor. Bu bakış açısı, hedeflerime ulaşırken karşılaştığım zorluklarla başa çıkmamı kolaylaştırdı. Yolda engeller olsa da, bu engelleri aşmak ve hedefe ulaşmak, kişisel gelişimim açısından çok daha değerli oldu.

Çözüm: Hedeflerinizi belirlerken, her zaman öğrenmeye açık olun. Zorluklar karşısında pes etmemek, hatta bu zorluklardan ders almak sizi bir adım daha ileriye taşıyacaktır.


Kısacası..

Kariyerinizde hedef belirlemek, sadece bir yol haritası çizmek değil, aynı zamanda kendinizi keşfetmek ve sürekli olarak gelişim göstermek demektir. Kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerinizin her biri, bir diğerini destekler ve büyük resmi oluşturur. Hedeflerinizi belirlerken sadece başarılı olmak değil, aynı zamanda her adımda gelişim sağlamak önemlidir. Benim deneyimlerimden öğrendiğim en önemli şey ise, her hedefin size bir şeyler kattığı ve her birinin uzun vadede birbirine bağlandığıdır. Kariyerinizde hangi adımı atıyor olursanız olun, bilinçli olarak belirlediğiniz hedeflerle yol almanız, başarıyı ve tatmini getirecektir. Unutmayın, büyük hedeflere ulaşmak için küçük adımlarla başlayın ve her anın tadını çıkarın.

Perşembe, Nisan 3

Yöneticilerin En Çok Yaptığı 5 Hata ve Bunlardan Nasıl Kaçınılır?

 Bir yöneticinin başarılı olup olmaması, yalnızca yaptığı işin niteliğine değil, aynı zamanda takımını nasıl yönettiğine de bağlıdır. Yöneticilerin en çok yaptığı hatalar, bazen farkında bile olmadan organizasyon el verimliliği ciddi şekilde etkileyebilir. Kendi yöneticilik deneyimlerimden yola çıkarak, yöneticilerin sıkça yaptığı 5 hatayı ve bunlardan nasıl kaçınılacağına dair önemli ipuçlarını paylaşmak istiyorum. Ayrıca, bu süreçte bana rehberlik eden kitaplardan da alıntılar yaparak, yöneticilerin bu hatalardan nasıl kaçınabileceğini tartışacağım.

1. İletişim Eksiklikleri

Bir yöneticinin yaptığı en büyük hatalardan biri, doğru iletişim kuramamak ve bunun sonucunda takım üyeleriyle arada boşluklar oluşmasıdır. Benim yöneticilik yaptığım dönemde, işin yoğunluğu bazen takım üyelerime gerektiği gibi geri bildirimde bulunmamı engelliyordu. Bu da, takım üyelerinin neyi doğru yaptıklarını ya da hangi alanlarda geliştirmeleri gerektiğini bilmemelerine yol açıyordu.

Leaders Eat Last (Liderler Sonra Yer) adlı kitabında Simon Sinek, "İyi bir lider, takımına sadece iş vermez, aynı zamanda onlarla etkili bir şekilde iletişim kurarak, onların gelişimine katkı sağlar" diyor. Bu sözü, yöneticilik kariyerimde daha fazla dikkat ettiğim bir prensip haline geldi. Etkili bir iletişim, takımın birlikte uyum içinde çalışmasına ve hedeflere doğru ilerlemesine yardımcı olur.

Çözüm: Takımınıza açık ve düzenli geri bildirimde bulunun. Ayrıca, yalnızca söyledikleriniz değil, aynı zamanda dinlediğiniz de çok önemlidir. Onlara kendilerini ifade etme fırsatı verin ve her türlü soruyu açıkça sormaktan çekinmeyin.

2. Mikro Yönetim

Mikro yönetim, pek çok yöneticinin farkında olmadan yaptığı bir hata. Takım üyelerine güvenmeyip her adımı kendisi kontrol etmeye çalışmak, hem yöneticinin hem de çalışanların verimliliğini düşürür. Ben de bir zamanlar her ayrıntıyı kontrol etme alışkanlığını geliştirmiştim, çünkü her şeyin mükemmel olmasını istiyordum. Ancak zamanla bu yaklaşımın, çalışanların özgürlüklerini kısıtladığını ve yaratıcı düşünme kapasitelerini engellediğini fark ettim.

The Five Dysfunctions of a Team (Bir Takımın Beş Engeli) kitabında Patrick Lencioni, "Bir liderin, çalışanlarının başarıları üzerinde fazla baskı kurmaması gerekir; aksine onlara özgürlük ve güven vererek, kendi kendilerini yönlendirmelerine olanak tanımalıdır" diyor. Lencioni’nin bu tespiti, bana çalışanlarıma olan güvenimi arttırmam gerektiğini hatırlattı. Mikro yönetimden kaçınmak, ekibin daha bağımsız ve özgür bir şekilde çalışmasına olanak tanır.

Çözüm: Çalışanlarınıza güvenin ve onları yalnızca ihtiyaç duyduklarında destekleyin. Başarısızlıklarından ders almalarına olanak verin, ancak her adımı takip etmeyin. Bu, ekip üyelerinizin kendilerini daha değerli ve özgür hissetmelerini sağlar.

3. Hedef Belirleme ve İzleme Eksiklikleri

Birçok yönetici, takımına net hedefler koymakta ve bu hedeflere yönelik ilerlemeyi izlemekte zorlanır. Bu, yöneticinin odaklanmasını kaybetmesine ve takımının ne yapması gerektiğini bilmemesine yol açabilir. Ben de zaman zaman hedef belirlerken çok belirsiz kalabiliyor, takımın hangi yolda ilerlemesi gerektiği konusunda net bir vizyon çizemiyordum.

Drive (Sürüş) kitabında Daniel H. Pink, “İnsanlar, kendilerine net hedefler verilmediğinde motivasyonlarını kaybederler” diyerek, hedef belirlemenin ve bu hedeflere ulaşma sürecini izlemek gerektiğini vurguluyor. Bu kitabı okuduktan sonra, takımımın hedeflere nasıl ulaşabileceğini net bir şekilde belirlemeye ve bu hedefleri düzenli olarak izlemeye başladım. Her hedefin bir anlamı olması ve takip edilmesi, takımın işine olan bağlılığını arttırıyor.

Çözüm: Takımınıza net, ölçülebilir ve ulaşılabilir hedefler belirleyin. Bu hedeflere ulaşırken düzenli aralıklarla ilerlemeyi izleyin ve gerektiğinde strateji değişikliği yapın. Hedeflerinizin somut olması, hem takımın motivasyonunu artırır hem de başarıyı ölçmeyi kolaylaştırır.

4. Takımın İhtiyaçlarını Göz Ardı Etmek

Yöneticiler, bazen kendi iş yüklerine odaklanırken, takım üyelerinin ihtiyaçlarını göz ardı edebilirler. Ben de birkaç kez çalışanlarımın motivasyon seviyelerini gözlemlemeden, sadece işlerin düzgün bir şekilde yapılmasını ön planda tutmuşum. Ancak zamanla, takım üyelerinin gelişim ihtiyaçlarına önem vermek gerektiğini fark ettim.

The New One Minute Manager (Yeni Bir Dakika Yöneticisi) kitabında Ken Blanchard ve Spencer Johnson, "Yöneticilerin, çalışanlarıyla açık iletişim kurarak onların ihtiyaçlarını anlamaları ve onlara doğru desteği sağlamaları gerekir" diyorlar. Takım üyelerinin sadece işlevsel değil, duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarını da anlamak, daha sağlıklı bir çalışma ortamı yaratır. Bu da hem takımın verimliliğini hem de iş yerindeki morali artırır.

Çözüm: Çalışanlarınızla birebir görüşmeler yapın, onların sadece iş performanslarını değil, genel olarak kendilerini nasıl hissettiklerini de öğrenmeye çalışın. İhtiyaçlarını anlamak, daha iyi bir iş ilişkisi kurmanıza yardımcı olur.

5. Değişime Karşı Direnmek

Değişim, iş dünyasında kaçınılmazdır. Ancak bazı yöneticiler, alıştıkları yöntemlerden ve süreçlerden vazgeçmekte zorlanabilirler. Bu, organizasyonel gelişimi engelleyebilir. Ben de zaman zaman eski yöntemlere bağlı kalarak, yenilikçi fikirleri geri çevirmiştim. Ancak iş dünyasında başarılı olmak için değişime açık olmak şarttır.

Who Moved My Cheese? (Peynirimi Kim K Move Etti?) kitabında Spencer Johnson, "Değişime direnmek, başarıyı engeller. Değişimi kucaklamak, sizi ileriye taşır" diyerek, değişimin önemini vurguluyor. Bu kitap, bana değişimle birlikte yeni fırsatlar doğduğunu ve bu fırsatları değerlendirmek için esnek olmanın gerektiğini hatırlattı.

Çözüm: Değişimden korkmak yerine, ona adapte olun. Yeni fikirleri ve yöntemleri kabul edin, esnek olun ve ekibinizi de değişime dahil edin. Bu, organizasyonunuzu daha güçlü ve dinamik hale getirecektir.


Anekdot;

Yöneticilik, karmaşık ve çok yönlü bir sorumluluktur. Bazen farkında olmadan yapılan hatalar, takımın ve organizasyonun performansını olumsuz etkileyebilir. Ancak bu hataları fark edip düzeltmek, sadece bireysel gelişim değil, takımın başarısı için de kritik önem taşır. Kendimi bir yönetici olarak geliştirdikçe, her hatadan ders aldım ve bunları nasıl önleyebileceğimi öğrendim. Liderlik, sürekli bir öğrenme sürecidir ve bu süreçte en önemli şey, takımınızı ve kendinizi en iyi versiyonlarına ulaştıracak adımları atmaktır. Eğer bir yöneticilik yolculuğuna çıkıyorsanız, bu hatalardan kaçınarak, daha güçlü bir lider olabilirsiniz.