Bloguma hoş geldiniz. Her hafta, düşüncelerimi kelimelere döktüğüm yeni bir yazıyla buradayım.
Powered By Blogger

Öne Çıkan Yayın

📌 Fikirlerimin İzinde: Kendi Yolumda, Kendi Sesimle

 Ben bu blogu, her iki durumda da susmamayı, iç sesimi bastırmamayı seçtiğim gün açtım. "Hayat bazen sana durman gereken yeri söyler, b...

Pazartesi, Mayıs 5

Köksüzleşen Toplumlar: Gelenek ile Gelecek Arasında Türkiye (Bölüm II)


Geleneksel Kodlarımız: Hafızası Silinen Bir Milletin Anatomisi

Bir toplumun kimliği, tarih boyunca oluşturduğu kolektif hafızada saklıdır. Bizim bu topraklarda kadim bir kod sistemimiz vardı. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan bir ahlak zinciri, bir söylem dili, bir davranış biçimi. Bugün o kodların büyük bir kısmı bozuldu ya da silikleşti. Bunun iyi tarafları da oldu elbet: bireysel hak ve özgürlüklerin genişlemesi, toplumsal rollerin sorgulanması, modern eğitim… Ama bedelini ağır ödediğimiz bir şey var: Kollektif bilinç dağınıklığı.

Kendi mahallemden örnek vereyim; çocukken kapılar açık kalırdı. Geceleri fırından gelen simit kokusu sokakta yankılanır, babam camdan “Komşulara da söyle, çay koysunlar” derdi. Bugün, aynı sokakta artık neredeyse kimse kimseyi tanımıyor. Kapılar kilitli, gözler perdeli, ruhlar yorgun. Modernleşme dediğimiz şey sadece teknolojiyi değil, samimiyeti de tüketti.

Şehirleşme mi, Ruhsuzlaşma mı?

Türkiye’de şehirleşme hızı, geleneksel değerleri absorbe edebilecek bir geçiş süreciyle yaşanmadı. Köyden kente göç bir zorunluluktu, bir planlama değil. Bu yüzden taşra ile metropol arasında değer çatışması başladı. Ve bu çatışmada çoğu zaman “gelenek” kaybeden oldu çünkü şehir, gelenekle değil, hızla besleniyor.

Ankara'da yaşamak bu gerilimi fazlasıyla hissettiriyor. Biriyle bir kahve içmek için takvime bakmamız gerekiyor. Güleryüz “iş” olarak görülüyor. Sohbet değil, toplantı randevulaştırılıyor. Oysa Türk geleneğinde zamanın ritmi daha insaniydi. İnsan ilişkileri merkezdeydi. Bugün insanlar merkezi kaybetti, çevresinde dönüp duruyor.

Gelenekle Hesaplaşmak, Geleceği Kurgulamak

Gelenekle bağ kurmak, onu kutsamak değildir. Ben de her yönüyle gelenekçi değilim. Eski sistemin içinde bastırılmış hayatlar var. Kadınların sesi yoktu, gençlerin fikri alınmazdı. Ama bu baskıyı düzeltmek, tüm geçmişi yok etmek anlamına gelmiyor.


Biz ne yaptık? Geçmişi sadece romantize edenlerle, toptan reddedenler arasında sıkıştık. Oysa yapmamız gereken eleştirel sahiplenmeydi. Hem sevip hem sorgulamak. Hem öğrenip hem yenilemek. Bunu yapmadık. Ve bu yüzden ne gelenek kaldı ne gelecek netleşti.

Kök Neye Yarar?

Bir ağacın kökü, sadece toprağa tutunmak için değildir. Kök, ağaca karakterini verir. Meyvenin rengini, dalın eğimini, yaprağın zamanını belirler. Bugün biz meyve vermekte zorlanıyoruz çünkü kökümüzle barışık değiliz.

Köksüz toplumlar her rüzgârda savrulur. Bugün Türkiye’de gördüğümüz entelektüel boşluk, kimlik krizleri, gençlerdeki yönsüzlük hali bu köksüzlük halinin yansıması. Bu sadece ekonomik ya da siyasi bir sorun değil; bu, kültürel derinlik yitimidir.

Ben Ne Yapıyorum?

Açık konuşayım: Her gün bu gerçekliğin içinde uyanmak kolay değil.  O yüzden her sabah kahvaltı masasındaki dualardan başlıyoruz. Atasözleriyle, hikâyelerle, “Dedem şöyle derdi…” cümleleriyle örüyorum bu bağı. Ama modern hayattan da koparmıyorum. Bu köprüyü inşa etmeye çalışıyorum. Zor ama imkânsız değil.

Bu blog da bu yüzden var. Çünkü biz kendi hikâyemizi yeniden yazmazsak, başkaları bizim için yazacak. Ve biz sadece izleyici kalacağız.


Gelenek bir çapa değildir, bir pusuladır. Sizi yere çakmaz, yönünüzü bulmanızı sağlar.

Pazar, Mayıs 4

Beyin Göçü Değil, Hayal Göçü Yaşıyoruz

Eskiden büyüklerimiz şöyle derdi: 

“Okuyacaksın, meslek sahibi olacaksın, ev bark kuracaksın, vatanına faydan olacak.”

Çocuk aklımızla bu sözlerde bir istikrar, bir güven duygusu bulurduk. Sanki hayat, doğrusal bir çizgide ilerleyecekmiş gibi...


Ama yıllar geçtikçe anladım ki, artık mesele sadece bir mesleğe sahip olmak değil.
Bugün Türkiye'de en büyük göç, insanların aklından önce hayallerinden vazgeçmesiyle başlıyor.

Ve ben bu yazıyı, bir “beyin göçü” tartışmasından değil, çok daha derin bir mesele olan “hayal göçü”nden açmak istiyorum.


Kafalar Burada, Kalpler Başka Yerde

Kariyer planı yaparken hayal kuramayan bir gençlik görüyorum.
Mühendis olmak istiyor ama bir startup hayali yok. Doktor olmak istiyor ama bir sağlık devrimi hayali yok. Öğretmen olmak istiyor ama yeni bir eğitim modeli hayali yok.

Niye?

Çünkü bu ülkede hayal kurmak artık bir lüks.
Hayal kuranlara genellikle şöyle deniyor:
“Gerçekçi ol biraz.”
“Boş hayallerle uğraşma.”
“Yurtdışında bile zor bu.”
“Sen kim, o projeler kim?”

Oysa bizim Anadolu kültürümüzde “hayal” kutsaldır.
Bir çocuğun kuşlara özenmesi, bir gencin “uçmak” istemesi, aslında köklerimize işlemiş destansı anlatılarla iç içedir.
Masallarımız bile hayalle başlar: “Bir varmış, bir yokmuş...”
Peki ne oldu bize?


Yurt Dışı Hayali, Yurt İçi Çaresizliği Gölgeliyor

Bugün gençlerin göç etmek istemesini sadece ekonomik gerekçelere bağlamak yüzeysel olur.
Asıl mesele; bir şey kurma, inşa etme, büyütme motivasyonunun kalmaması.

Ben bunu şöyle yorumluyorum:
Yurt dışına gidenlerin bir kısmı kafasını değil, hayalini taşıyor yanlarında.
İçeride kalsalar da artık bir şeyin mümkün olacağına inanmıyorlar.

Bir mühendis arkadaşımla sohbet ederken söylediği cümle hâlâ kulaklarımda:

“Ben artık yeni bir şey yapmak istemiyorum, sadece kaybetmeden yaşamak istiyorum.”

İşte bu tam da hayal göçünün özüdür.
Risk almak, büyük düşünmek, yeniden başlamak artık birer tehdit gibi geliyor insanlara.


Geleneksel Yapılar, Hayalleri Neden Taşıyamıyor?

Bizim toplumda gelenekler çoğu zaman bireyi kendi çerçevesine çağırır.
Aile büyüklerinin hayali, çocuğun “güvende” olmasıdır;
ama çocuğun hayali, “özgür” olmaktır.

Geleneksel aile yapılarında genellikle hayal değil, garanti arzu edilir.

  • “Memur ol, ekmeğin garanti olsun.”

  • “Oğlum, senin yaşında baban ev almıştı.”

  • “Kızım bak yurtdışında yalnız yaşanmaz.”
    Bu cümleler aslında iyi niyetli, ama hayal öldüren ifadelerdir.

Güvende olmanın kutsandığı, ama cesaretin alkışlanmadığı bir yerde, kimse kanat çırpmayı öğrenemez.
Ve maalesef, Türkiye’de birçok genç uçmayı değil, düşmemeyi öğreniyor.


Hayalini Kuranlara Deli Gibi Bakıyoruz

Bir gün kendi çocuklarıma şunu demek istiyorum:


“Yeter ki büyük hayal kurun. Gerekirse yanlış olsun, gerekirse yol uzasın ama sizin hayaliniz olsun.”

Benim kuşağımda da hayal kuranlar vardı, hâlâ var.


Ama sayıları azalıyor. Çünkü sistematik bir "ayakta kalma savaşı" içinde çoğu kişi sadece nefes alıyor, yaşamıyor.


Bir fikrini paylaşan arkadaşım linçlenmekten korkuyor. Bir proje yazan tanıdığım “kim destekler ki” diye baştan vazgeçiyor.

Bu da beni en çok şu noktada düşündürüyor:


Bir millet hayalini kaybederse, geleceğini inşa edemez.


Teknoloji üreten, bilim geliştiren, sanat yapan, eğitim modelleyen her şeyin ilk adımı hayaldir.


Son Söz: Bu Toprakların Hayale İhtiyacı Var

Ben bu yazıyı bir umutla yazıyorum.
Çünkü hâlâ içimde kıvılcımı sönmemiş hayaller var.
Yorulmuş olabiliriz, karamsar günlerden geçiyor olabiliriz, ama umut kırıldığında değil, hayal bittiğinde kaybederiz.

Bu topraklar, imkânsız görüneni başaran nice insanla doludur.
Mevlana bir hayaldi. Hazerfan bir hayaldi. İstiklal Marşı bir hayalin ürünüdür.

Bugün bizim en büyük göçümüz, beyinlerimizden değil, hayallerimizden oluyor.
Ve bunu durdurmanın yolu, yeniden düşünmeye değil, yeniden hayal etmeye cesaret etmekten geçiyor.

Hayal kuranlara, delirmiş gibi değil, vizyoner gibi bakıldığı gün, bu ülke yeniden uyanacak.

Kalbini Koruyanlar Kulübü: Bu Ülkede Duygusal Sağ Kalmak

 

“Çünkü bazı insanlar, içini değil dışını giyinir bu ülkede. Sen hâlâ içini korumaya çalışıyorsan, yalnız kalırsın. Ama yalnızlık, sağ kalmaktan iyidir bazen.”

Bazı sabahlar oluyor, kahvemi içerken balkondan dışarıya bakıyorum. Şehrimin gri sokaklarında hızla yürüyen insanlar… Kimisinin gözünde telaş, kimisinin omzunda yorgunluk, kimisininse kalbinde taş gibi duran bir boşluk var. O an içimden geçiyor: “Bu ülkede gerçekten duygusal olarak sağ kalabiliyor muyuz?”

Ben bu yazıyı, kalbini hâlâ koruyanlar için yazıyorum. Sevmenin değerini yitirmediği, birinin gözlerine bakarken içi titreyen, bir cümleden gün boyu etkilenen, yarım bırakılan vedaları hâlâ içinde taşıyanlar için.
Ve evet, kendim için de yazıyorum. Çünkü ben, bu ülkede kalbini koruyarak hayatta kalmaya çalışan biriyim.


Türk Toplumunda Duygu: Gösterilmez, Taşınır

Biz duygularını “ayıp” sayan bir kültürden geliyoruz. Sevincini fazla gösterirsen nazar, acını çok anlatırsan zayıflık sayılır. Hep bir “ölçülü ol” baskısı…
Oysa duygu dediğin şey ölçüye gelmez. Taşarsa taşar. Sessiz kalırsa birikir.

Ben çocukken evimizde duygular duvardaki halılar gibi asılıydı. Sessiz, desenli ama hep orada. Büyükler konuşmazdı, bakardı. Anne babalar “seni seviyorum” demezdi ama sabah kahvaltını hazırlar, sessizce yanına otururdu. Biz, sevgiyi sessizce gösteren bir toplumduk.

Ama işte tam da bu yüzden… Duyguyu tanımayan, yaşayamayan ama biriktiren nesiller olduk. Ve bir gün, ya içimize patladık ya da başkalarına.


Duygusal Sağ Kalmak Ne Demek?

Bu ülkede duygusal olarak sağ kalmak, her şeyden önce bir direniştir.
Kırılgan kalabilmek, yaralarını göstermek, "Ben bu davranışla incindim" diyebilmek… Cesaret ister.

Ama burası, seni kıranla değil; kırıldığını belli ettiğin için seni küçümseyen bir yer.
Ben de iş hayatımda bunu fazlasıyla yaşadım.
Bir toplantıda birine yapıcı eleştiri yaparken yüzümdeki huzursuzluk okunur diye kendimi baskıladım.
Bir dostum ihanet ettiğinde içimde bir fırtına koptu ama o fırtınayı "yoğunum" diyerek susturdum.
Çünkü öğrendim ki; burada duygularını bastırmak, güçlü görünmenin bedeli.


Peki Neden Bu Kadar Yorulduk?

Çünkü biz;

  • Sevilmeyi hak etmek için çabalamamız gerektiği öğretilmiş bir nesiliz,

  • Hissedene değil, hissettirmeyene değer verilen bir kültürde büyüdük,

  • Yaralı olduğumuzu belli edince “zayıf” sanıldığımız için zırh takmak zorunda kaldık.

Ama işin acı yanı şu: Zırhı uzun süre taşıyan, kendi kalbini de hissedemez hale geliyor.


Ben bu noktada kendi içime dönmeye başladım. Kendime şunu sordum:
"Hayatta kalmak mı istiyorsun, yoksa gerçekten yaşamak mı?"

Cevabım netti:
Kalbimi yitireceksem, başarı anlamsız. İçimdeki insan ölüyorsa, dışarıdaki insan sadece bir dekor.


Bir Kulüp Kuruyorum: Kalbini Koruyanlar Kulübü

Bu yazıyla birlikte, kendi içimde bir kulüp kurmaya karar verdim.
Üyesi olmayan ama aitlik hissi veren bir yer.
Adı: Kalbini Koruyanlar Kulübü.

Burada güçlü olmak, duygusuzlukla değil; duygunun ağırlığını taşıyabilmekle ölçülür.
Burada “anladım” kelimesi, “haklıyım”dan değerlidir.
Burada bir dost, sustuğunda da anlaşılır.

Türk toplumunun geçmişinde bu kulübün örnekleri çoktu aslında.

  • Ahilik teşkilatı sadece ekonomik değil, ahlaki bir birlikti.

  • Derviş meclislerinde konuşmaktan çok hissetmek esastı.

  • Anadolu kadınının sessiz gücü, binlerce duygunun mayasıydı.
    Bunlar bizim kodlarımızda vardı ama biz o kodları okuma yetimizi kaybettik.


Bugün Ne Yapmalı?

Bana sorarsanız, bugünün en büyük devrimi kalbini koruyabilmektir.

  • Kalabalıklara rağmen hâlâ derin sohbetler arıyorsan,

  • İnsanların tüketilir hale geldiği bir çağda hâlâ bağ kurmayı önemsiyorsan,

  • İçindeki kırıklıkları inkâr etmeyip, onlarla yaşamayı öğreniyorsan,
    Sen bu kulübe zaten dahilsin.

Ben çocuklarıma bunu öğretmeye çalışıyorum. “Ağlamak utanılacak bir şey değil,” diyorum.
“Birine kırıldığında susma, anlat. Ama kırmadan anlat,” diye öğüt veriyorum.
Çünkü biliyorum ki; duygusal sağ kalmak, çocukluktan başlıyor.


Bir Not Sana, Ey Okur:

Bu satırları okurken içini kıpırdatan bir şeyler olduysa…
Belki sen de fark ettin: Biz içimizi korumazsak, dışımız hiçbir işe yaramaz.
Bu ülkede kalbini koruyarak yürümek kolay değil ama değerlidir.

Bu yazı da, tıpkı senin gibi, hâlâ inananların, hâlâ hissedenlerin yazısı.
Kalbini unutmayanlar için bir hatırlatma…

Çarşamba, Nisan 30

Türkiye’nin Heyelan Tehlikesi: Riskli Bölgeler, Son Olaylar ve Alınması Gereken Önlemler

  Toprağın Sessiz Gücü

Türkiye, deprem kuşağında olduğu kadar ciddi bir heyelan riski kuşağında da yer almaktadır. Ne yazık ki bu risk, çoğu zaman kamuoyunda yeterince görünür değil. Oysa 2025’in ilk aylarında Samsun’un Canik ilçesinde yaşanan ve bir akaryakıt istasyonunun çökmesine neden olan heyelan, sadece bir doğa olayı değil, ihmalin ve plansızlığın cana mal olduğu bir facia olarak kayıtlara geçti. Bu olayda maalesef 3 yurttaşımız hayatını kaybetti. Bu yazıda, hem bu olaydan yola çıkarak Türkiye’deki heyelan riskini, hem de bir İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı olarak bu tür olayların önlenebilirliğini değerlendireceğim.,

 Heyelan Nedir?

Heyelan; toprağın, kaya kütlelerinin veya yapay dolguların yerçekimi etkisiyle eğimli bir yüzey boyunca aşağıya kaymasıdır. Bu olay çoğunlukla yoğun yağış, zayıf zemin yapısı, eğimli arazi ve insan eliyle yapılan plansız müdahaleler sonucunda tetiklenir.

🗺️ Türkiye’de Heyelan Riski Yüksek Bölgeler

AFAD ve Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü (MTA) verilerine göre Türkiye’nin heyelan riski en yüksek bölgeleri şunlardır:

1. Doğu Karadeniz Bölgesi

  • Rize, Artvin, Trabzon, Giresun

  • Yılda 300’den fazla heyelan bildirimi

  • Dik yamaçlar, yoğun yağış ve ormansızlaşma en büyük etkenler

2. Batı Karadeniz ve Samsun Çevresi

  • Samsun, Kastamonu, Zonguldak, Bartın

  • Özellikle kırsal yerleşim alanları ve dolgu yapılan sanayi bölgeleri yüksek risk altında

3. Marmara Bölgesi

  • İstanbul’un kuzey kesimleri (Sarıyer, Beykoz, Şile)

  • Yoğun kentleşme, doğal drenaj kanallarının kapatılması nedeniyle tehdit artıyor

4. Doğu Anadolu

  • Erzurum, Tunceli, Bingöl, Hakkâri

  • Kar erimesi ve zayıf jeolojik yapı nedeniyle heyelanlar sıkça görülür



⚠️ Heyelan Riskini Artıran Faktörler

Heyelan oluşumunu etkileyen başlıca faktörler şunlardır:

  • Eğim Açısı: Dik yamaçlar, heyelan riskini artırır.​

  • Zemin Türü: Kilitli olmayan, suya doygun zeminler daha kaygan hale gelir.​

  • Yağış Miktarı: Yoğun ve uzun süreli yağışlar, zeminin suya doymasına ve kaymasına neden olabilir.​

  • Yer Altı Suyu Seviyesi: Yüksek yer altı suyu seviyesi, zemin stabilitesini azaltır.​

  • İnsan Faaliyetleri: Ormanların kesilmesi, yanlış yapılaşma ve tarım faaliyetleri, doğal dengeyi bozarak heyelan riskini artırır.​


🛡️ Alınması Gereken Önlemler

Heyelan riskini azaltmak ve can ve mal kayıplarını önlemek için şu önlemler alınmalıdır:

  • Arazi Kullanım Planlaması: Heyelan riski taşıyan bölgelerde yapılaşma sınırlandırılmalı ve uygun zemin etüdü yapılmalıdır.​

  • Erozyon Kontrolü: Ağaçlandırma ve bitki örtüsünün korunması, toprağın stabilitesini artırır.​

  • Drenaj Sistemleri: Yağmur sularının kontrollü bir şekilde tahliye edilmesi, suyun zemine sızmasını önler.​

  • Eğitim ve Farkındalık: Halkın heyelan riskleri konusunda bilinçlendirilmesi ve acil durum planlarının oluşturulması önemlidir.​

  • Erken Uyarı Sistemleri: Heyelan riski yüksek bölgelerde, hareket sensörleri ve yağış ölçerler gibi erken uyarı sistemleri kurulmalıdır.​




İş Sağlığı ve Güvenliği Perspektifinden Değerlendirme

Bir İSG Uzmanı olarak şunu açıkça belirtmeliyim:
Bu tür olaylar, çoğunlukla doğa olayından değil, önlenebilir eksikliklerden kaynaklanmaktadır.

🎯 Kritik İSG Tespitleri:

  1. Zemin Etüdü ve Yapı Ruhsatı eksikliği

  2. İnşaat öncesi risk analiz raporlarının yetersizliği

  3. Acil durum planlarının olmaması

  4. Kurumlar arası koordinasyon eksikliği

  5. Eğitim eksikliği (İSG açısından çalışanların bilinçlendirilmemesi)


🛡️ Heyelanlara Karşı Alınabilecek Tedbirler

🧩 Teknik Önlemler:

  • Riskli alanlarda mühendislik kontrollü kazı ve dolgu sistemleri

  • Yeraltı su drenaj sistemleri kurulması

  • Eğimli arazilerde istinat duvarları inşa edilmesi

  • Heyelan erken uyarı sistemleri (sensör tabanlı) geliştirilmesi

🧠 Kurumsal ve Hukuki Önlemler:

  • Zorunlu Zemin Etüt Yönetmeliği’nin ülke geneline yayılması

  • İmar planlarında heyelan riski yüksek bölgelerin yapılaşmaya tamamen kapatılması

  • Bakanlık onaylı Heyelan Risk Haritaları’nın kamuya açık hale getirilmesi

  • Afet Riskli Alanlarda İnşaat Yasağı Kanunu tasarısı

👥 Toplumsal ve Kişisel Farkındalık:

  • Özellikle köy ve kırsal bölgelerde halkın heyelan farkındalığı eğitimi alması

  • İSG uzmanlarının inşaat projelerine daha erken dahil olması

  • Belediyelerin, acil durum simülasyonları ve tatbikatlar düzenlemesi


🏛️ Hükümetin Rolü ve Yasal Düzenleme İhtiyacı

Bakanlık düzeyinde şu anda heyelan riskiyle ilgili bölgesel çalışmalar ve mikro ölçekli analizler sürmekte. Ancak sistematik bir yasa halen bulunmamakta. Öneri olarak benim şahsi naçizane düşüncem:

📜 YASA TASARISI ÖNERİSİ:

“Afet Riski Altındaki Alanların Yapılaşmasına İlişkin Yasa Tasarısı”

  • Tüm projelerde heyelan ve jeolojik etüt zorunluluğu getirilmeli

  • İSG uzmanlarının çevresel afet risk değerlendirmelerine dahil edilmesi

  • Kamu binalarının heyelan riskine göre yeniden konumlandırılması

  • Heyelan sonrası hasar gören bölgelerin ‘doğal afet alanı’ ilan edilmesi ve yapılaşmaya kapatılması


Sonuç

Heyelan; sadece bir toprak hareketi değil, çoğu zaman göz ardı edilen bir afetsel ihmaldir. Samsun’da yaşanan trajedi, hepimize planlamanın, ön görünün ve mühendisliğin ne kadar hayati olduğunu tekrar gösterdi. İş sağlığı ve güvenliği disiplini, bu tür doğal afetlerin sadece fabrikalarda değil, şehirlerin planlamasında da yaşamsal öneme sahip olduğunu ortaya koyuyor.

🌱 Önlem alınmadıkça toprak sessizce ama kesin bir şekilde konuşur.
Bugün alacağımız bir karar, yarın bir ailenin hayatını kurtarabilir.


Kaynaklar:

Köksüzleşen Toplumlar: Gelenek ile Gelecek Arasında Türkiye

 
Anadolu topraklarında doğup büyümüş biri olarak hepimizin cebinde birkaç atasözü, dilinde birkaç dua, evinde birkaç gelenek kalmıştır. Ancak fark ettiğim şu: Biz artık bu gelenekleri yaşamıyoruz, sadece hatırlıyoruz. Üstelik birçoğumuz, onları hatırlamaktan da yorulmuş durumda.

Ben bir çalışan ve blog yazarı olarak metropol şehrinde trafiğinde sıkışıp kalmışken ya da bir toplantı arasında içimden geçen bir cümleyle yeniden yüzleşiyorum: “Biz nereye gidiyoruz?”

Gelenek Nedir, Ne Değildir?

Gelenek dediğimiz şey sadece bayram sabahı büyükleri aramak, düğünlerde altın takmak ya da Ramazan’da pide kuyruğuna girmek değildir. Gelenek; toplumun hafızasıdır, kimliğidir, aidiyetidir. Ama gelenek, aynı zamanda evrilebilir bir organizmadır. Kalıplaşırsa dogma olur, yenilenirse kültür olur.

Bizde  yani Türk toplumunda  gelenek, uzun yıllar boyunca hem eğiten hem şekillendiren bir rol oynadı. Mahalle kültürü vardı, “komşunun çocuğu” figürü hayatımıza yön verirdi. Bir çocuğun nasıl büyüyeceğine, genç bir adamın nasıl davranacağına, bir kadının toplumda nasıl var olacağına dair sessiz kurallar zincirimiz vardı. Bugün bu zincir ya koptu ya paslandı.

Geçmişin Gölgeleriyle, Geleceğin Işığı Arasında

Bugün 30'lu yaşların üstünde bir birey olarak, hem gelenekle yoğrulmuş bir geçmişin çocuğuyum, hem de dijitalleşmiş, küreselleşmiş bir geleceğin içindeyim. Bu ikisi arasında sıkışan sadece ben değilim; bir toplumun tamamı, bir kimlik bunalımı yaşıyor. Geleneksel değerlerimize yabancılaşıyoruz, ama modern hayatın da tam anlamıyla sahibi değiliz.

Mesela, eskiden sofraya birlikte oturmak bir gelenekti. Şimdi aynı evde dört birey, dört ayrı ekranda yemek yiyor. Misafirlik kültürü vardı; şimdi insanlar birbirine önceden mesaj atmadan aramaktan bile çekiniyor. Evet, teknoloji gelişti ama insani bağlar geriledi. İletişim arttı ama samimiyet azaldı. Bilgiye ulaştık ama hikmeti kaybettik.

Gelenek mi Bizi Terk Etti, Yoksa Biz mi Geleneği?

Bir noktada kendime sormak zorunda kaldım: “Biz bu değerleri neden terk ettik?”
Cevabı net değil. Çünkü bu terk ediş hem bilinçli hem de farkında olmadan gerçekleşti. Geleneklerin bazıları gerçekten baskıcıydı: kadının toplumdaki yeri, bireysel özgürlükler, ifade hakkı gibi alanlarda. Bu yönüyle modernleşme bir nefes gibi geldi.

Ama bazı değerleri de atarken, suyla birlikte çocuğu da döktük. Mesela büyüklerin sözünün dinlenmesi, sadece itaat değil; aslında saygının, deneyimin, yaşam bilgisinin ta kendisiydi. Şimdi gençler “ben bilirim” diyor ama neyi bildiklerini çoğu zaman sorgulamıyorlar. Bu bir kuşak çatışması değil, bu bir köksüzlük belirtisi.

Gelenekten Kopmak mı, Geleneği Güncellemek mi?

Bence mesele şu: Biz geleneği olduğu gibi taşımak zorunda değiliz ama onu güncellemek zorundayız. Gelenek donuk değil, canlıdır. Bir işletme gibi düşünün: Eğer yapınızı güncellemezseniz iflas edersiniz. Türkiye toplumu da bu anlamda, değerlerini güncelleyemezse kültürel iflasa sürüklenebilir.

Ben kendi hayatımda dengeyi kurmaya çalışıyorum. eleştirel düşünmelerini öğütlüyorum. Çünkü biliyorum ki; kendi kimliğini tanımayan bir birey, başkasının kimliğine özenir. Bugün Türkiye’de yaşanan da tam olarak bu: Avrupa’yı, Amerika’yı idealize ediyor ama oranın tarihini, bedellerini, sistemini yeterince anlamıyoruz.

Sonuç: Kim Olduğumuzu Unutmadan, Kim Olacağımıza Yürümek

“Köksüzleşmek” sadece bir nostalji meselesi değil; varoluşsal bir krizdir. Eğer bu topraklarda yaşamak istiyorsak, bu toprağın ruhunu da tanımamız gerekir. Ne sadece geçmişe saplanıp kalmalıyız, ne de geleceğe savrulup gitmeliyiz. Gelenek ile gelecek arasında sağlam bir köprü kurmak zorundayız.

Ben bu blogda bunu yapmaya çalışıyorum. Kendi hikâyemden başlayarak toplumun hikâyesine uzanmak istiyorum. Çünkü biliyorum ki; eğer bu köprü kurulmazsa, bir toplumun en büyük tehlikesi olan "ne olduğunu unutmak" başımıza gelir. Ve unutulan toplumlar, başkalarının hikâyelerinde figüran olur.


İçinizdeki gelenekle barışık ama özgür bireyi, geçmişi bilen ama geleceği inşa eden kimliği bulmanız dileğiyle…

Pazar, Nisan 27

Tarihin Gizli Ritmi: 80 Yılda Bir Gelen Kriz Kapıda mı?

 Tarih, yüzeyde kaotik ve rastlantısal görünse de, dikkatle bakıldığında ritmik bir düzen sergiler. İnsanoğlu olarak olayları çoğu zaman anlık değerlendiririz; ancak geniş bir zaman ölçeğinde bakıldığında, sanki görünmeyen bir metronom insanlık sahnesinin temposunu belirliyor gibi: Yaklaşık 80 yılda bir, dünya düzeninde radikal sarsıntılar ve yeniden yapılanmalar yaşanıyor. Peki, biz de böyle bir eşikte miyiz?

Tarihsel Döngü: 80 Yıllık Krizler Teorisi

Bu kavramsal çerçeve, özellikle Amerikan tarihçiler William Strauss ve Neil Howe tarafından geliştirilmiştir. "The Fourth Turning" adlı eserlerinde savundukları bu tez, toplumların dört nesil (yaklaşık 80-100 yıl) boyunca belirli bir döngü yaşadıklarını ileri sürer:

  1. Yükseliş: Kriz sonrası yeniden yapılanma ve optimizm dönemi.

  2. Uyanış: Kurulu düzenin sorgulandığı, bireysel özgürlüklerin ön plana çıktığı dönem.

  3. Çözülme: Kurumlara güvenin azaldığı, sosyal yapının çatırdadığı dönem.

  4. Kriz: Büyük bir yıkım veya dönüşüm ile sistemin yeniden yapılandığı dönem.

Her dördüncü dönüşüm (Fourth Turning), yani ortalama her 80 yılda bir, büyük çaplı bir kriz yaşanıyor. Bu krizler, savaşlar, devrimler, ekonomik çöküşler ya da küresel sistem krizleri şeklinde karşımıza çıkıyor.

Tarihsel Örnekler

  • Amerikan Devrimi (1775-1783)

  • Amerikan İç Savaşı (1861-1865)

  • Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı (1929-1945)

  • Şimdi: 2020 sonrası dönemdeki belirsizlik ve çatışmalar

Aradaki zaman aralıkları dikkat çekici: Yaklaşık 80 yıl.

Bugün yaşadıklarımız —küresel pandemi, ekonomik dalgalanmalar, jeopolitik gerilimler, sosyal kutuplaşmalar— bir "dördüncü dönüşümün" ortasında olduğumuzu işaret ediyor.

Neden Şimdi?

Günümüzde dünya sisteminin temel taşı olan küreselleşme sorgulanıyor. Tedarik zincirleri kırılganlaştı. Bölgesel güçler yeniden sahneye çıkıyor. Dijital devrim, klasik devlet yapılarının bile adaptasyon kabiliyetini test ediyor. İklim krizleri, göç dalgaları ve yapay zekâ gibi teknolojik sıçramalar sistematik baskılar yaratıyor.

Sözün özü: Mevcut düzenin sürdürülemez olduğu algısı, kolektif bilinçaltına çoktan yerleşti.

Bu Krizin Doğası Nasıl Olabilir?

Bu kez kriz sadece bir cephe savaşı veya ekonomik depresyon değil; çok katmanlı, hibrit bir yapıda olacak gibi görünüyor:

  • Ekonomik: Yeni finansal mimarilerin doğuşu.

  • Siyasi: Ulus devletin rolünün yeniden tanımlanması.

  • Toplumsal: Kimlik savaşları ve yeni toplumsal kontrat arayışları.

  • Teknolojik: Yapay zekâ ve biyoteknoloji eksenli yeni düzenler.

İleri Görüşlü Stratejik Duruş: Ne Yapmalı?

Bu aşamada başarı, krize hazırlıklı olanların olacak. Önümüzdeki yıllarda:

  • Esnek ve dirençli sistemler kurabilenler öne çıkacak.

  • Çoklu senaryo planlaması yapan kurumlar ayakta kalacak.

  • Liderlikte adaptif zekâ gösterebilen ülkeler ve şirketler geleceği şekillendirecek.

  • Kolektif aksiyon kabiliyeti, bireysel kahramanlıktan daha değerli olacak.

Burada kritik bir paradigma değişimi var: Artık yalnızca rekabet değil, dayanışma içinde rekabet esastır.

İddianın Güçlü Yanları:

Öncelikle şunu teslim ediyorum: Tarihte belirli örüntüler görmek mümkün.
Şu olaylara bakınca, iddia ciddi bir zemin buluyor:

  • 1770'ler: Amerikan Devrimi

  • 1860'lar: Amerikan İç Savaşı

  • 1940'lar: Büyük Buhran'ın ardından II. Dünya Savaşı

  • 2020'ler: Pandemi, jeopolitik gerilimler ve küresel ekonomik çalkantı

Bu zaman aralıkları kabaca 80-90 yıl arasında. Tesadüf mü? Belki. Ancak sosyal yapılar ve kurumsal sistemler belli bir süre sonra kendilerini yeniden tanımlamak zorunda kalıyor. Nesillerin biyolojik, kültürel ve psikolojik döngüleri de bu dönüşümü tetikliyor.

Ben buradan hareketle, sosyolojik anlamda bir "yorgunluk" ve "yenilenme ihtiyacı"nın döngüsel olduğunu düşünüyorum.

Eleştirel Bakış: Neden Mutlak Bir Kural Değil?

Ancak dikkat edilmesi gereken bir şey var: Tarih deterministik değildir.
Her kriz aynı şiddette, aynı doğada veya aynı düzen içinde gelmez. Ayrıca:

  • Küresel bağlam değişti. 18. ve 19. yüzyılda lokal çatışmalar yaşanıyordu. Bugün her şey anında küreselleşiyor.

  • Teknolojik devrimler zaman kavramını sıkıştırdı. 80 yıl süren değişimler, bugün belki 20-30 yılda yaşanıyor.

  • İnsan müdahalesi arttı. Veri analizleri, senaryo planlamaları ve proaktif diplomasi gibi araçlar, krizlerin etkisini azaltabiliyor.

  • Çoklu kriz çağındayız. Artık bir ana kriz değil, çok katmanlı ve eşzamanlı krizler yaşıyoruz (iklim, ekonomi, siyaset, teknoloji).

Dolayısıyla, ben Strauss ve Howe'un teorisini katı bir kehanet olarak değil, yararlı bir bakış açısı olarak görüyorum.
Bizi uyanık tutuyor, ancak tüm kararlarımızı buna ipotek etmek akıllıca değil.


Ben, bu tür tarihî ritimleri stratejik erken uyarı sistemleri gibi kullanmayı savunuyorum.
Ancak mutlak bir kader planı gibi ele almayı riskli buluyorum.

Başka bir deyişle:

"Dalgaları öngöremezsek bile, sörf yapacak şekilde hazırlanmalıyız."

Bu yüzden bireylerin, şirketlerin ve devletlerin, "80 yıl" gibi takvimlere değil, trend analizlerine, yapısal kırılmalara ve davranış bilimlerine odaklanması gerektiğine inanıyorum.

Sonuç: Tarih Bir Ritmdir, Tesadüf Değil

Evet, büyük bir dönüşüm döneminin tam ortasındayız. Ve evet, riskler çok büyük. Ancak aynı oranda fırsatlar da devasa.

Şu anda alacağımız pozisyonlar, yarının liderlerini ve kaybedenlerini belirleyecek.

Tarih, yalnızca geçmişte kalan bir bilgi değil; iyi okunduğunda geleceğin kodlarını fısıldayan bir müttefiktir. Dinleyebilenler için.

Gelecek; farkındalık, hazırlık ve esneklikle kurulur.

Ben bu yüzden, bugünü doğru okumayı, riskleri ve fırsatları aynı anda görmeyi ve çok yönlü hazırlık yapmayı savunuyorum.

Perşembe, Nisan 24

Bilim Konuşmalı, Toplum Hazırlanmalı: Depremle Yaşamak mı, Yaşatmak mı?

 

Depreme Karşı Toplumsal Uyanış Serisi

Bir yıkımın ardından değil, bir hazırlığın ortasında konuşmalıyız artık.
Ben bir blog yazarı olarak değil, aynı zamanda bu ülkenin sokaklarını, faylarını, ruhunu tanıyan biri olarak sesleniyorum: Depremle yaşamanın değil, yaşatmanın yollarını konuşmalıyız.

🎓 Bilim Susarsa, Kaos Konuşur

Ben bilim insanlarına kulak vermekle başladım bu yolculuğa.
Jeofizik mühendisleriyle oturdum, kent planlamacılarıyla yürüdüm, kriz yönetimcilerinden dinledim.
Hepsinin ortak söylediği bir şey vardı:
“Deprem öldürmez, ihmal öldürür.”

İşte bu yüzden, bugün size sadece uyarı değil, çözüm önerisi sunmak istiyorum.


🧭 1. Bilimsel Verilere Dayalı Ulusal Deprem Stratejisi Oluşturulmalı

Ben, merkezi otoritenin koordinasyonunda, tüm illeri kapsayan Ulusal Deprem Eylem Planının vakit kaybetmeden hazırlanması gerektiğini düşünüyorum.

Bu plan;

  • Bölge bazlı risk analizlerini içermeli,

  • Mikro bölgeleme çalışmalarına göre yeni yapılaşma haritaları çizilmeli,

  • 20 yıllık değil, 100 yıllık kent vizyonu üzerine kurgulanmalı.

🛠️ 2. Bina Stokunun Dijital Envanteri Çıkarılmalı

Her yapı, kimliği olan bir varlık gibi ele alınmalı.
Ben, Türkiye'nin tamamında dijital bina karneleri oluşturulmasını öneriyorum.

Her bina için:

  • Zemin bilgisi,

  • İnşaat yılı,

  • Statik-dinamik analiz sonucu,

  • Risk durumu puanlanmalı.

Ve bu veriler kamusal erişime açılmalı.
Çünkü deprem gerçeği saklanarak değil, paylaşarak yönetilir.

👷‍♂️ 3. Kentsel Dönüşüm, Müteahhit Odaklı Değil, Halk Odaklı Olmalı

Ben, mevcut "rant merkezli" dönüşüm mantığının terk edilmesini savunuyorum.
Dönüşüm süreci, yalnızca yapıları değil, sosyolojik dokuyu da gözetmeli.

Bu çerçevede:

  • Halkla birlikte karar alma mekanizmaları kurulmalı,

  • Mahalle bazlı planlamalar yapılmalı,

  • Geçici yaşam alanları önceden planlanmalı.

Çünkü bir bina yıkıldığında sadece beton değil, bir hayat düzeni de yerle bir olur.

🧑‍🏫 4. Okulda “Afet Farkındalık” Dersi Zorunlu Olmalı

Ben, çocuklara yalnızca bilgi değil, hayatta kalma becerisi kazandırmalıyız diyorum.
Her öğrenci:

  • Deprem çantasını nasıl hazırlar,

  • Nasıl tahliye edilir,

  • Nerede toplanır…
    Bunu teoride değil, pratikte öğrenmeli.

Çünkü bir gün o çocuk, belki ailesinin hayatını kurtaracak.

5. Hazır Olmak İçin Ne Kadar Zaman Gerekli?

Gerçekçi olalım:
Bu işin hazırlığı 6 ayda olmaz, ama 6 yıl da beklenmez.

Ben şöyle bir zaman-misyon planı öneriyorum:

SüreHedef
İlk 6 AyDijital envanter ve toplanma alanları güncellenmesi
1 YılRiskli yapıların tespiti ve öncelikli müdahale alanlarının belirlenmesi
3 YılKentsel dönüşüm ve afet eğitim altyapısının kurulması
5 YılToplum genelinde %80 bilinç düzeyine erişim
10 YılDepreme dirençli kent vizyonunun tamamlanması

Bu süreçte en büyük ihtiyacımız ne biliyor musunuz?

İrade.


✍️ Son Sözüm Şu:

“Deprem an meselesi değil, sistem meselesidir.”

Ben, her satırıyla sorumluluk hissi taşıyan bir yazı yazmak istedim.
Çünkü sadece sarsılmak değil, uyanmak da bir tercihtir.

Biz bu tercihi yapmazsak, doğa bizim yerimize karar vermeye devam eder.

Depreme Karşı Toplumsal Uyanış Serisi

 

Yerin Altında Unutulmuş Bir Hafıza Var!

Bir sabah ansızın uyanırsın. Kahveni alırsın eline. Her şey sıradan görünür: Balkon, karşı binanın duvarındaki çatlak, sessizce geçen zaman... Ta ki yerin altındaki o derin sızı, kendini hatırlatana kadar.

Deprem bir doğa olayı değildir.
Deprem, unutulmuş bir gerçekliğin aniden bağırmasıdır.

Hatırlamak Cesaret İster

Biz, her şeyin üzerini hızla kapatan bir toplum olduk.
Binanın üzerini sıva ile, geçmişin üzerini suskunlukla, tehlikenin üzerini duayla örtüyoruz.

Ama deprem örtülmez.
Çünkü o, yerin altındaki yüzleşmedir.

Deprem, bir suçlu değil. Ama bir delildir.
Ve biz o delilin gösterdiği yerden kaçtıkça, büyüyen bir utanç tablosuna dönüşüyoruz.

Sorun Fay Hattı Değil, Farkındalık Eksikliği

Deprem değil;
– Kaçak katlar öldürüyor.
– Ruhsatsız bina planları öldürüyor.
– Betonla aramızdaki yozlaşmış bağ öldürüyor.
– “Nasıl olsa bana denk gelmez” düşüncesi öldürüyor.

Yıkılan sadece yapılar değil;
Bilinçtir. Hazırlıktır. Umuttur.

Kırılgan Kentler, Kırılgan Zihinlerden Doğar

Şehir dediğin sadece yollar, binalar, köprüler değildir.
Bir şehrin altına sinmiş olan korku, onun üstünü ne kadar ışıkla donatırsan donat, yine de seni karanlıkta yakalar.

Biz, fay hatlarının değil;
boş verilmişliğin ortasında yaşıyoruz.

"Deprem Gelirse Ne Olur?" Diye Sormayın Artık.

Doğru soru şu:
“Depremden önce biz ne olduk?”

  • Toplum olarak ne kadar hazırız?

  • Kaç aile gerçekten tahliye planını biliyor?

  • Kaç çocuk, deprem çantasının ne olduğunu öğrenerek büyüyor?

  • Kaç yöneticinin masasındaki öncelik listesinde “afet yönetimi” ilk 3’e giriyor?

-Zihinsel Dönüşüm Olmadan, Hiçbir Dönüşüm Gerçekleşmez

Kentsel dönüşüm mü?
O kelime bile artık yorgun.
Bizim ihtiyacımız olan şey: Kültürel dönüşüm. Toplumsal uyanış.

Bu bir bina yenilemesi değil, bir bakış açısı yenilemesidir.
Bu bir mühendislik çalışması değil, bir vicdan mühendisliğidir.

Ve Artık Bu Ses Yükselmeli

Deprem çanları yalnızca sirenlerle duyulmaz.
Bazen bir çocuğun sessiz korkusunda,
bazen yaşlı bir kadının “çıkamam ki evden” cümlesinde duyulur.

Bizim yapmamız gereken:
Sadece binaları değil, birbirimizi ayakta tutmak.

Ve bunu yaparken, sadece inşa değil, inanç da üretmek.


 Son Sözüm:

“Deprem, doğanın sesi değildir.
O, insanın unutulmuş sorumluluğunun yankısıdır.”

Bugün değilse ne zaman?
Biz, bu yankıyı duymaya ne zaman cesaret edeceğiz?

“Yık-Yap” Modelinden, “Yaşat-Koru” Zihniyetine Geçiş Zamanı

 Türkiye’nin şehirleşme tarihinde belki de en çok konuşulması gereken ama en az içselleştirilen kavramlardan biriyle yüz yüzeyiz: “Yık-yap” modeli. Bu anlayış, geçmişten bugüne pek çok kentte, “dönüşüm” adı altında süreklilikle uygulandı. Ancak unuttuğumuz ya da unutturulan çok kritik bir gerçek vardı: Her bina sadece betonarme bir yapı değil, aynı zamanda bir hafıza, bir yaşamın şahidi ve bir mahallenin ruhuydu.

“Yık-Yap” Ne Kaybettirdi?

Bu modelle yalnızca binalar yıkılmadı; sokak kültürü dağıldı, komşuluk ilişkileri çözüldü, mahalle dayanışması sarsıldı. Çünkü mesele sadece binaların sağlamlığı değil, hayatın dayanıklılığıydı. Depreme karşı alınan önlem, çoğu zaman sadece fiziksel dönüşümle sınırlı kaldı. Oysa biz, insanı merkez alan, kültürü koruyan, hafızaya sahip çıkan bir yaklaşımla hareket etmeliydik.

İşte tam da bu yüzden şimdi yeni bir kavrama ihtiyacımız var:


“Yaşat-Koru” Zihniyeti.

Bu sadece yeni bir şehircilik modeli değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesidir. Bu zihniyetin merkezinde, şu üç temel ilke yer alır:

  1. Yaşat:
    İnsan hayatını önceleyen, onu maddi ve manevi anlamda koruyan yapılar üretmek. Binaları değil, içinde yaşayanları öncelemek.

  2. Koru:
    Mirası, belleği, doğayı ve toplumsal dokuyu yok etmeden korumak. Kente karakter kazandıran detayları silmek yerine yaşatmak.

  3. Birlikte İnşa Et:
    Toplumla birlikte karar almak, paydaşları sürece dahil etmek. Kentsel dönüşümü bir rant meselesi değil, birlikte var olma meselesi olarak görmek.

  4. "Yaşat-koru" anlayışı, sadece binaların değil, birlikte yaşamın da depreme dayanıklı hale gelmesini amaçlar. Amaç yalnızca fiziki yenilenme değil, toplumsal dirençlilik, dayanışma kültürü ve ortak bilinçtir.

Biz bu zihniyeti benimsersek:

  • Mahalleler kimliğini kaybetmez.

  • İnsanlar yaşadıkları yerle aidiyet ilişkisi kurar.

  • Kentsel dönüşüm, sadece bir müteahhitlik hizmeti olmaktan çıkar, bir toplumsal seferberliğe dönüşür.

* Artık Zamanı Geldi

Bir blog yazarı olarak değil, bir yurttaş olarak, hatta bu şehirlerin sokaklarında büyümüş bir insan olarak içimden haykırmak geliyor:

Artık yaşadığımız şehirleri yıkıp yaparak değil, hissedip koruyarak yaşatma zamanı.
Artık fay hatlarının değil, faydasız zihniyetlerin kırılması gerekiyor.
Artık rantın değil, insanın, kültürün, yaşamın korunması gerekiyor.

Bu bir tercih değil; bir zorunluluk.



Deprem öncesi hazırlık bir mühendislik işi olabilir. Ama sonrası, bir vicdan meselesidir.

Ve biz bu vicdanla hareket edersek, sadece binaları değil, bir toplumu da ayağa kaldırabiliriz.

Çarşamba, Nisan 23

23 Nisan Depremi ve Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı

 Türkiye’de yaşayan her bireyin zihninde aynı soru var: “Bir sonraki büyük deprem ne zaman olacak?” 

Ama asıl sormamız gereken şu: “Büyük depreme ne kadar hazırız?”

23 Nisan sabahı. Gözümüzü neşe ile açmamız gereken bir günde, İstanbul’un yer altı bir kez daha kendini hatırlattı. 6.2 büyüklüğündeki sarsıntı, bir alarm zili gibi çaldı kulaklarımızda. Gürültüsüz ama derin, geçici ama uyarıcı. Çocuklara adanmış bu anlamlı gün, biz büyükler için bir sorumluluk çağrısına dönüştü: "Geleceği korumak, bugünün omuzlarında başlar."

Bir blog yazarı olarak binlerce okuyucumla sadece bilgi değil, sorumluluk da paylaşıyorum. Çünkü bu konu; akademik bir başlık, haber bülteni ya da birkaç hashtag ile geçiştirilecek bir mesele değil. Bu, yaşadığımız coğrafyanın kaçınılmaz bir gerçeği ve hayatlarımızı şekillendiren bir tehdit.

Deprem Uzmanı Gözünden: Bilimin Sınırları, Toplumun Sorumluluğu

Bir jeofizikçi veya sismolog değilim. Ancak akademik çalışmaları, bilimsel raporları ve saha verilerini takip eden sorumlu bir yurttaşım. Ve bu gözlem bana şunu net şekilde söylüyor:
Depremleri engelleyemeyiz ama depremlerin felakete dönüşmesini önleyebiliriz.

Bugün Türkiye'de konuşulan “7.0 üzeri deprem” senaryoları, istisnai değil; bilimsel olarak kaçınılmaz olaylardır. Marmara için 2030'a kadar %65'in üzerinde bir olasılık konuşuluyor. Ama tarih, saat ve dakikayı kimse veremez. Verilmemeli de. Çünkü bu, güven yerine korku pompalar.

Toplum Psikolojisi: Felaket Beklentisiyle Değil, Bilinçle Yaşamak

Toplum olarak ya felaketi romantize ediyoruz, ya da inkâr ediyoruz. Oysa olması gereken üçüncü bir yol var: Hazırlıklı yaşamak.

  • Bir depremi sadece "doğal afet" olarak görmek eksiktir.

  • Bu aynı zamanda inşa sistemleri, sosyal adalet, şehir planlaması, psikoloji, hukuk, medya ve en önemlisi toplumsal farkındalık konusudur.

Türkiye, sadece tarihsel derinliğiyle değil, jeolojik kaderiyle de tanınır. Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu ve Batı Anadolu fay hatları... Her biri, geçmişin yıkıcı hatıralarını ve geleceğin potansiyel felaketlerini içinde taşır. Ve İstanbul... Bu şehir, sadece bir medeniyet değil, aynı zamanda bir sınavdır. Yüzyıllık ihmallerin ve çarpık yapılaşmaların sınavı.

Ben bu yazıyı bir akademisyen titizliğiyle değil, bir mühendis, bir yurttaş olarak yazıyorum. Çünkü gerçek şu: Deprem değil, hazırlıksızlık öldürür.

Bugünkü sarsıntı bizlere birkaç kritik mesaj veriyor:

  • Beton değil, bilinç inşa etmeliyiz.

  • İmar değil, idrak reformu yapmalıyız.

  • Risk yönetimini devlet politikası değil, bir kültür haline getirmeliyiz




Türkiye'nin Aktif Fay Hatları: Nerede, Ne Kadar Tehlike?

Türkiye, üç büyük aktif fay hattı üzerinde yer alanlar:​

  1. Kuzey Anadolu Fay Hattı (KAF): İstanbul'un yaklaşık 20 km güneyinden geçen bu fay hattı, 1999 Gölcük ve 1939 Erzincan depremleri gibi yıkıcı sarsıntılara neden olmuştur. (Vikipedi)

  2. Doğu Anadolu Fay Hattı (DAF): 2023'te Kahramanmaraş merkezli 7.8 büyüklüğündeki depremi tetikleyen bu fay hattı, Türkiye'nin güneydoğusunu etkiler. (ABC News)

  3. Batı Anadolu Fay Sistemi: Ege Bölgesi'nde yer alan bu sistem, sık sık orta şiddette depremlere yol açar.​

Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA), Türkiye'nin diri fay haritasını yayımlayarak riskli bölgeleri belirlemiştir. MTA

Kentsel dönüşüm sadece binaların yenilenmesi değil, zihniyetlerin de dönüşmesidir. Her evde bir acil durum çantası, her bireyde bir farkındalık haritası olmalı. Depremle yaşamayı öğrenmek, onunla yaşamayı kabullenmek değildir; onu hesaba katmaktır, onu ciddiye almaktır.

23 Nisan’da çocuklara bayram hediye eden bir millet, onlara güvenli bir gelecek borçludur. Bu borç; betonarme değil, vicdan temellidir.

Gelin, bu depremi sadece bir olay olarak değil, bir dönüm noktası olarak kabul edelim. Yeni bir farkındalığın miladı. Çünkü geleceği inşa etmek, sağlam temellere değil, sağlam düşüncelere dayanır.


İstanbul'da 2030 yılına kadar 7.0 büyüklüğünde veya daha büyük bir depremin olma ihtimalini %60 olarak belirtiyor. 

Yahoo ABD'li jeofizikçi Tom Parsons ise 2046 yılına kadar 7.2 büyüklüğünde bir depremin olasılığını %47 olarak ifade ediyor


Depreme Karşı Toplumsal Uyanış Serisi

1. Bölüm: Türkiye’nin Fay Hattı Gerçeği

  • Türkiye’nin aktif fay hatlarını görsel destekle anlat.

  • 1999 Marmara, 2023 Kahramanmaraş gibi örneklerle tarihsel tehlikeleri hatırlat.

  • “Risk nerede başlar, hazırlık nerede biter?” sorusunu sor.

2. Bölüm: Bilim Ne Diyor? – Deprem Tahmini Gerçek mi Miti mi?

  • Deprem tahmini üzerine yapılan bilimsel çalışmalar.

  • 7.0 üzeri beklenen sarsıntıların jeolojik temelini anlat.

  • Gerçeklerle hurafeleri birbirinden ayır.

3. Bölüm: Birey Ne Yapmalı? – Mikro Ölçekte Hazırlık Planı

  • Aile afet planı nasıl yapılır?

  • Deprem çantasında ne olmalı?

  • Günlük yaşamda bilinçli birey nasıl olunur?

4. Bölüm: Devlet, Belediye, Toplum: Kurumsal Koordinasyonun Önemi

  • AFAD, belediyeler ve STK’ların rolleri.

  • Kentsel dönüşümde öncelikler ne olmalı?

  • Toplumsal dayanışma kültürü nasıl inşa edilir?

5. Bölüm: Eğitim, İletişim ve Medya: Kriz Zamanlarında Bilinçli Yayıncılık

  • Çocuklara ve gençlere deprem nasıl anlatılmalı?

  • Sosyal medya bilgi kirliliğiyle nasıl mücadele etmeli?

  • Eğitim sistemine entegre edilecek afet bilinci modülleri.

bir ülke ancak uyanık bireylerin omuzlarında ayakta kalır. Deprem, sadece jeolojik bir gerçek değil; sosyal bir sorumluluktur.

Bir sonraki bölümde, “Deprem Tahminleri ve Bilimin Sınırları” başlığıyla gerçek ve hurafe arasında gidip gelen toplumsal söylemlere ışık tutacağız.

Kendi adıma konuşmam gerekirse:
Ben, 7 büyüklüğünde bir depremi "kader" diye açıklayan bir zihniyetle aynı masada oturmak istemiyorum.
Ve ben, bu ülkede fay hattının üzerinde değil, bilincin merkezinde bir hayat kurulabileceğine inanıyorum.


“Vatanı korumak çocuklarla başlar” dedik. O zaman o çocukları enkaz altından değil, güvenli binalardan büyüyen bir gelecekten izlemeliyiz.”


Bu yazı bir uyarı değil, bir davettir.

Mahallende afet gönüllüsü ol.
Çocuğuna deprem anı eğitimi ver.
Belediyeye baskı kur.
Konutunun risk raporunu al.
Ve bu yazıyı bir kişiye daha gönder. Çünkü farkındalık bulaşıcıdır.

👉 “Gerçeği bilmek, korkuyu azaltır. Hazırlıklı olmak, hayat kurtarır.”

23 Nisan Özel Makalesi;


Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak, onun miras bıraktığı öğretinin izini sürebilmek, sadece tarih kitaplarını okumakla mümkün değildir. O, bir çocuğa bayram hediye edecek kadar ileri görüşlü, bir ulusu çocukların geleceğine emanet edecek kadar vizyonerdi.

" 23 Nisan ——Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ——"

sadece bir takvim kutlaması değil, geleceği şekillendirme sorumluluğunun ifadesidir.

Ve bu sene, 2025’te, bu mirasa bakışımızı yeniden gözden geçirme zamanı geldi.

Çocukların 2025 Türkiye’si: 

1. Eğitimde Fırsat Eşitsizliği

Gelir düzeyi düşük ailelerin çocukları, kaliteli eğitime erişimde büyük zorluklar yaşıyor. Özel okullar ile devlet okulları arasındaki fark açılıyor.

2. Dijital Bağımlılık ve Bilgi Kirliliği

Tablet ve telefonlar çocuklar için oyun alanı olmaktan çıktı, bağımlılık ve yanlış bilgiye maruz kalma riski arttı.

3. Çocuk Haklarına Yönelik Tehditler

Çocukların sömürülmesi, istismar edilmesi hâlâ günümüzde yaygın bir sorun. Hukuki koruma sistemleri yetersiz kalabiliyor.

4. Psikolojik Dayanıklılık ve Ruh Sağlığı

Pandemi sonrası dönemde anksiyete, depresyon gibi sorunlar erken yaşlarda görülmeye başlandı.

5. Güvenli Oyun ve Sosyal Alan Erişimi

Kentsel dönüşüm projeleri çoğu zaman çocukların oyun alanlarını yok ediyor. Güvenli park ve bahçelere erişim sınırlı.

6. Beslenme ve Fiziksel Gelişim Sorunları

Dengesiz beslenme, yetersiz fiziksel aktivite ve obezite çocuk sağlığını tehdit ediyor.

7. Erken Yaşta İşçileşme

Bazı bölgelerde çocuklar hâlâ aile ekonomisine katkı sağlamak için erken yaşta çalışmak zorunda kalıyor.

8. Aile İçi Şiddet ve Koruyucu Mekanizmaların Zayıflığı

Şiddet gören çocuklar çoğu zaman devletin radarına takılamıyor, korunmaları yetersiz kalıyor.

9. Engelli Çocukların Erişim Sorunları

Okulların ve kamusal alanların büyük kısmı hâlâ engelli çocuklar için erişilebilir değil.

10. Kültürel ve Sanatsal Gelişime Erişim Eksikliği

Kütüphane, tiyatro, sanat atölyesi gibi kaynaklara ulaşım sınırlı; bu da çocukların hayal gücünü ve yaratıcılığını sınırlıyor.

11. Medyada Çocuk Temsili ve Etik Sorunlar

Medya çocukları ya nesneleştiriyor ya da yanlış örneklerle sunuyor. Bu durum, kimlik gelişimlerini etkiliyor.

12. İklim Krizi ve Çocukların Geleceği

İklim değişikliği çocuklar üzerinde uzun vadeli sağlık ve çevresel tehditler oluşturuyor.

13. Kırsalda Eğitim ve Teknolojiye Erişim Zorluğu

Taşımalı eğitim, internet altyapısı eksikliği ve öğretmen yetersizliği kırsaldaki çocukların eğitimde geri kalmasına neden oluyor.

14. Göçmen ve Mülteci Çocukların Entegrasyonu

Bu çocuklar okulda dışlanma ve ayrımcılıkla karşı karşıya. Entegrasyon süreci zayıf.

15. Çocukların Hukuki Koruma Mekanizmalarındaki Eksiklik

Çocuk mahkemeleri, sosyal hizmet birimleri gibi koruyucu sistemlerin sayısı ve etkinliği yetersiz.

16. Akran Zorbalığı ve Okul İklimi Sorunları

Siber zorbalık, fiziksel ve psikolojik şiddet artıyor; okul ortamı güvenli bir öğrenme alanı olmaktan uzaklaşıyor.

17. Erken Yaşta Cinsiyet Kalıpları ve Toplumsal Roller

Toplum, kız ve erkek çocuklara farklı roller biçiyor; bu da potansiyellerini sınırlıyor.

18. Çocukların Bilim ve Teknolojiye Katılımının Sınırlılığı

Kodlama, robotik, STEM gibi alanlara erişim çoğu zaman sadece belirli bölgelerdeki çocuklara sunulabiliyor.

19. Çocuk Dostu Kent Politikalarının Yetersizliği

Kent planlaması çocukları yeterince hesaba katmıyor. Trafik, hava kirliliği ve plansızlık, çocukların yaşam kalitesini düşürüyor.

20. Kriz Dönemlerinde (Salgın, Deprem vb.) Çocukların İkincil Mağduriyeti

Afetlerde çocuklar hem fiziksel hem psikolojik olarak ağır etkileniyor ve uzun vadeli destek mekanizmaları yetersiz kalıyor.


 Çocukları Nasıl Koruyacağız?

Çocukları korumak, geleceği korumaktır. Vatan, çocukların yüreğinde şekillenir. O yüzden ilk görevimiz onları korumak olmalıdır.

► Ulusal Çocuk Stratejisi Geliştirilmeli

Devlet politikalarının merkezine çocuk hakları yerleştirilmeli. Tüm kurumlar ortak hedefle çalışmalı.

► Eğitimde Şartları Eşitlikçi Hale Getirmek

Kırsal ve şehir farkı kaldırılmalı, her çocuk eşit nitelikte eğitime ulaşabilmeli.

► Dijital Okuryazarlık ve Bilinçli Kullanım

Çocuklara dijital okur-yazarlık eğitimi verilerek ekran karşısında geçirdikleri zaman kontrol altına alınmalı.

► Çocuk Katılımını Kurumsallaştırmak

Belediyeler ve kamu kurumlarında çocuk meclisleri, çocuk görüşleri alınacak alanlar oluşturulmalı.

► Psikolojik Destek ve Rehberlik Sistemi

Her okulda tam zamanlı psikolojik danışman bulunmalı, çocukların duygusal gelişimleri takip edilmeli.

► Oyun, Sosyalleşme ve Fiziksel Gelişim

Her mahallede güvenli çocuk parkları, spor alanları kurulmalı. Hareketli yaşam teşvik edilmeli.

► Sağlıklı Beslenme ve Fiziksel Gelişim Takibi

Okullarda ücretsiz sağlıklı öğünler sunulmalı, beslenme uzmanları çocukları izlemeli.

► Erken Yaşta İşçiliğin Önlenmesi

Denetimler sıklaştırılmalı, çocuk işçiliği sıfırlanmalı. Ailelere destek sunulmalı.

► Engelli Çocuklar İçin Erişilebilirlik

Tüm eğitim ve sosyal yaşam alanları engelli çocuklar için uygun hale getirilmeli.

► Kültürel ve Sanatsal Haklara Erişim

Tiyatro, müze, kütüphane gibi alanlara erişim teşvik edilmeli. Mobil kültür araçları geliştirilmelidir.


Bir Slogan, Bir Davet: 

Bu sadece bir günün değerini anlatan söz değil; bu bir rota, bir sorumluluk manifestosudur. Eğer ki biz bu çocuklara sahip çıkmazsak, sadece bugünü değil, yarını da kaybederiz.

Vatan sevgisi, bir toprak parçasından öte, o toprakta büyüyen çocukların umuduna sahip çıkmaktır.

23 Nisan’ı kutlamak, sadece bayrak sallamakla olmaz. Asıl kutlama, bir çocuğa dokunduğunda, onu duyduğunda, ona gelecekte yer açtığında başlar.

Bugün ve her gün, şu söz rehberimiz olsun:

"Vatanı korumak çocuklarla başlar."


Her yazı bir çağrıdır. Bu yazı bir sorumluluğa çağrıdır. Çocuklara, geleceğe, vatana dair.




5 Adımda Dijital Gürültüde Kendine Dönmenin Rehberi

1. Dijital Detoksla Başla

Haftanın bir günü, birkaç saatliğine tüm dijital cihazlardan uzaklaş. Bu süre boyunca ekranlara değil, kendi içine bak. Sessizliği dinle. Düşüncelerini bastırma, akmasına izin ver.

Gerçek ses, dijital sessizlikte duyulur.


2. Gündemini Değil, Gerçeğini Sorgula

Bugün seni en çok ne meşgul ediyor?
Bu konu gerçekten sana mı ait, yoksa sana dayatılmış bir dikkat oyunu mu?
Her gün düşündüğün üç konuyu yaz. Sonra kendine şunu sor:

“Bunlar gerçekten benim değer dünyamı temsil ediyor mu?”


3. Kendi Savaşçılarını Belirle

Kimi örnek alıyorsun?
Tarihten, edebiyattan, düşünce tarihinden seni etkileyen 3 kişiyi yaz.
Neden onları seçtiğini kendine açıkla.
Onların hangi yönlerini hayatına taşıyabileceğini düşün.

Rol model, pusulanın ilk kutbudur.


4. Günlük Tut, Fikirlerini Sabitle

Her gün yalnızca 5 dakikalığına otur ve şunu yaz:
Bugün ne hissettim, ne düşündüm, neyi değiştirmek istiyorum?
Bu satırlar zamanla bir yön çizgisine dönüşecek.

Söz uçar, yazı yön çizer.


5. Bir İlke Belirle, Ona Sadık Kal

Hayatında seni taşıyacak bir cümle seç. Bu bir özdeyiş, bir dua ya da kendi ürettiğin bir ilke olabilir.
Örneğin:

  • “Ben kolay olanı değil, doğru olanı seçerim.”

  • “Düşünmeden yaşamam, yaşamadan düşünmem.”
    Bu cümle, pusulanın merkezidir. Her yön kaybında sana geri dönmeyi öğretir.


 Son Söz

Bu kılavuz; büyük bir dönüşümün değil, sağlam bir başlangıcın adımlarıdır.
Yola çıkmak için tüm haritayı bilmek zorunda değilsin.
Bazen yalnızca bir adım, gerisini getirir.